Türkiye'nin elbette yargı reformuna ihtiyacı var. Hem de ivedilikle. Ama bunu gündeme getirmenin yöntemi herhalde yargıya güvensizlik yaratmak olmamalı. Zira bu tür niyetler hukuk devletinin temeline dinamit koymaktan farksız olur.
Ne var ki, son günlerdeki çıkışlar, sanki yargının ve yargıçların "hedef" haline getirilmek istendiği izlenimi veriyor, hatta kuşkuları yaratıyor. Bu süreç Meclis Dokunulmazlıkları Araştırma Komisyonu Başkanı, AK Parti Adıyaman Milletvekili Fehmi Hüsrev Kutlu'nun o ünlü "Yargıya güvenmediğimiz için dokunulmazlıkları daraltmıyoruz" çıkışıyla başladı.
Ardından Adalet Bakanı Cemil Çiçek "Büyük bir operasyon" hazırlığından söz etti ve Ankara DGM Savcısı Ömer Süha Aldan'la birlikte Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya'yı ziyaret etti.
Bunu "Yargıda rüşvet iddiaları" ile ilgili "Neşter-2" adı verilen operasyon izledi. Savcı Aldan 12 kişiyi gözaltına aldı, bazı yargı, hatta yüksek yargı mensuplarının da soruşturma kapsamında olduğunu söyledi, "Dönen parayı açıklasam dudaklarınız uçuklar" gibi, "vay canına" dedirtecek, ancak geçmişte, özellikle de Sadettin Tantan'ın İçişleri Bakanlığı döneminde, her birine bir başka hayvanın adının verildiği ama sonunda hepsi de fos çıkan operasyonlarda en az 20 kez duyduğumuz o malum klişeyi tekrarladı.
Ancak soruşturma başlayalı bir hafta olmasına rağmen ne bir yargıcın ifadesine başvurdu, ne de bir savcının. Ve nihayet Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin dün baklayı ağzından çıkardı: "Yargıya güvenle ilgili halkta olumsuzluk var. Bu olumsuzluğu ortadan kaldırmak için, hükümet olarak yapacaklarımız var."
Ya tuz kokarsa?
Bu tabloya bakınca insanın aklından ister istemez "Yürütülmekte olan operasyonla üzüm yemek mi amaçlanıyor, yoksa bağcıyı dövmek mi" sorusu geçiyor. Danıştay Başkanı Nuri Alan'ın peşpeşe yaptığı uyarılar da zaten bunu doğrulayan nitelikte:
"Yargıya yönelik iddialar daha önce başlatılmış yargıya güvensizlik açıklamalarıyla birleşince, amacı konusunda soru işaretleri doğuyor. Henüz inceleme bitmeden, deliller açık seçik ortaya konmadan, yargının tümüne yapılan suçlama, önce yargıyı yıpratmak, daha sonra da yargıyla ilgili yapılacağı açıklanan Anayasa değişikliklerine zemin hazırlama amacına yönelik gibi görünüyor." "Türkiye'de adalet mensuplarına güven sarsılmamalı. Adaletin tartışılması, yargının tarafsızlığının tartışma konusu edilmesi, toplumun kafasında soru işaretleri oluşturur. Yargıya güveni olmayanlar ise haklarını başka yöntemlerle aramaya kalkarlar. Bunun sonucunu da toplum olarak yaşarız." Yargıtay Başkanı Özkaya'nın her fırsatta tekrarladığı gibi, "Adaletin gerçekleşmesinde verilen kararın adil olması kadar, o karara ve o kararı veren yargıca güven ve saygı duyulması da büyük önem taşıyor."
Tek güvencemiz
1982 Anayasası'nın zaten büyük ölçüde zedelemiş olduğu yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi ilkesi, bir de bugünlerde olduğu gibi çeşitli güç kaynaklarının yaylım ateşine hedef olursa, yargıçtan nasıl "Beni her türlü baskıya ve dayatmaya karşı koru" talebinde bulunabiliriz?
Nasıl özgürlüklerimizin, eşitliğimizin ve haklarımızın güvencesi, hatta takipçisi olmasını isteyebiliriz? Nasıl devlete ve onun herbiri diğerinden güçlü kurumlarına karşı tek kalkanımız olarak görebiliriz? Çünkü bu tür yıpratma kampanyaları, yargıcı "memurlaştırmak" tan başka sonuç vermez. Memurlaşan yargıç da "Adaletten ve insan haklarından sapmalara karşı yurttaş için tek direnme odağı" olmaktan çıkar.
Daha açıkçası, Yargıtay onursal üyesi Çetin Aşçıoğlu'nun ifadesiyle, "Fincancı katırlarını ürkütünceye kadar bağımsız", bir yargıyla ve Adalet Bakanı'nın önünde ip gibi dizilmiş hakim ve savcılarla karşılaşırız sonunda. Günümüzden 250 yıl önce "Kuvvetler ayrılığı" ilkesini dünyaya armağan eden Montesquieu'nun dediği gibi, "Tanrıya dua edin; sizi yargıç kimliğini kazanamamış ya da kaybetmiş memurlaşmış bir yargıcın önüne çıkartmasın." Unutmayın; adalet birgün herkese lazım olabilir.