Eski adı Podima. Sonra Yalıköy oldu. Trakya'nın Karadeniz kıyısında bir küçük kasaba. İstanbul il sınırları içinde. Kentin de burnunun dibinde sayılır.
Doğasına el değmemiş olduğu yıllarda Ercüment Karacan'la ava giderdik oralara. Sonrasında yolum düşmedi. Sosyetenin merak sarmasıyla kasabanın pek "geliştiğini", çevresinde birçok lüks villa yapıldığını duyuyordum.
Büyük oğlum oradaki bir küçük çiftlikte başlattığı tarım denemelerini görmemi istedi. Yazısız günlerimin tatilinden yararlanarak Yalıköy'ün yolunu tuttum; temiz deniz keyfini uzatmak için pazar gününü de orada geçireyim dedim.
Bu yazıyı yazmadan önce her zamanki gibi basınımızı gözden geçirmek üzere gazete almak niyetiyle sabahın dokuzunda çarşıya gittim. Yalıköy'de rivayet edilen lüks villalar var, pastaneler var, fiyatları Boğaz'dakilerle boy ölçüşen lokantalar da var; ama gazete yokmuş.
Çaresiz, 13 kilometre ötedeki Karacaköy'e uzandım. Oradaki bakkallar da gazetelerin ancak on bire doğru geleceğini söylediler. Onlar da ancak sipariş üzerine "ayrılan" az sayıda gazete olacakmış. Boşverip döndüm.
"Gelişme" nedir, onu düşünüyorum şimdi bilgisayar başında. Ekonomiye, teknolojiye, politikaya bakarak ölçmeye çalışıyoruz o yönde aldığımız yolu. "Demokrasimiz ilerledi mi?" konusunu durmadan tartışıyoruz. Gelgelelim yakın geçmişte bakir doğa alanı sayılan yerlere servet yatırmış "sosyete mensupları" gazete okumuyor.
Uygarlaşmakta ne kadar gelişmekteyiz acaba?
***
Bereket versin televizyonu ihmal eden yok. Üç gündür olayları ekranlarda izleyebiliyorum.
Yabancı yorumcuların canımı sıkan lafları arasında
"Türkiye'nin İran sorununa fazlaca burnunu soktuğu" anlamında görüşler var. Brezilya ve İran Dışişleri Bakanları ile üçlü toplantı düzenlemeden önce bizim bakan Batı doruklarından izin alma konusunda yeterli çaba göstermemiş herhalde.
Davutoğlu soruları yanıtlarken İran olaylarından en çok bizim etkileneceğimizi, o bakımdan konuya ilgi göstermekte haklı olduğumuzu söyledi.
Diplomattır; elbette nezaketi elden bırakmayıp ölçülü konuşacak. Yoksa durum Yaban üslubunu gerektiriyor.
"Üleeen," diye seslenmek geliyor içimden,
"burun lafı etmek size mi kaldı? Kıtaların, okyanusların ötesinden uzanıp koca burnunuzu buralara sokmuşsunuz dibine kadar. Zaten ortalık Dingo'nun ahırına dönmüş. Bir de öteki komşuyla atom çıngarı çıkarsa bizim eksenimiz değil, hayatımız kayacak. Durun hele, bir düşünülsün demeyelim mi ülen?"
Şimdi bizim Başbakan'la konuşmaya David Cameron geliyor. Dört gün önce onun da Washington'da Obama'yla ortak basın toplantısında yaptığı açıklamaları dinledim. İngiltere üstünde yolcu uçağı düşüren Libyalı terör suçlusunun hapisten çıkarılışını, internet anarşisi yaratan
"hacker" namussuzunun yediği herzeleri, Meksika Körfezi'ni çirkef çukuruna çeviren BP'nin marifetlerini tatlıya bağlamak için bin dereden su getirdi.
Kendisine
"Bizim de canımız var" dense iyi olur.
***
Anlaşıldı: yılan hikâyesine dönmekte olan referandum tartışmalarından hayır gelmeyecek. Oylamaya sunulan şeyin içinde tam neler var? Yararlı olur mu? Olursa neden, olmazsa neden? Böyle konularda aydınlanamayacağız.
Çünkü kimimiz
"Öneriyi getirene güveniyorum, oyum evet" demekteyiz, kimimiz de
"Getirene alerjimden ötürü oyum hayır". Oysa alerji varlığı ya da yokluğu sağlıklı bir kıstas değildir. Hatta alerjinin kendi bir hastalıktır.
Açın bir tıp ansiklopedisini ya da interneti, bakın. Alerjinin bir tür
"aşırı duyarlık" diye tanımlandığını göreceksiniz.
Duyarlık iyidir de, aşırısının tatsız sonuçları oluyor. Astıma benzer, oksijenin iyi kullanılamamasından kaynaklanan şeyler: nefes tıkanması, burun akması, sinir ve denge bozulmaları gibi.
Aşırı duyarlığın nedenleri arasında böcek sokmaları da var. En çok, arı ve eşek arısı zehrinin kalıcı etkisi...
Tartıştıkça alerjileri azan, nefesi tıkanan, dengesi bozulan kamuoyumuzun durumuna bakarken merak etmemek elde değil:
Toplumumuzu hangi eşek arıları soktu?