Her işte bir hayır vardır derler ya. Bu seferki Dünya Kupası'na katılamayışımızın bir yararı oldu kendi hesabıma.
Herhalde çocukça bir saçmalık dersiniz ama, elimde değil. Milli maç izlemek sağlığım ve dengem için ciddi sakınca yaratıyor. Tansiyonum yirminin çok üstüne çıkıyor; yenilirsek saatler alıyor başka şey düşünebilir duruma gelmem.
İşin tuhafı, okulda futbol oynardım da, takımımın gol yemesi umurumda olmazdı. Tepkilerimin arasındaki farkın nedenini düşünüp buldum. İnsan sahadayken eyleme odaklanıyor; pek enerji kalmıyor ah vah etmeye. Ama edilgen durumdaysanız, koltukta oturup ekrandaki bozgunu izlerken yapabileceğiniz bir şey yoksa, çıldırıyorsunuz.
(Ankara çıngarlarının seyrine bakarken milletçe öyle olmuyor muyuz?)
Neyse, şimdi bizim takım katılmadı diye rahatım. Hiç gerilmeden tadını çıkarmaktayım Kupa'nın.
Siz futbolu aydın dikkatine değmeyecek bir konu sayıyor da maçlara bakmıyorsanız çağımız yaşantısının önemli bir boyutunu ıskalıyorsunuz demektir. Evet, iki kişinin direkler arasında beklerken yirmi kişinin top peşinde koşması hayat değil, oyundur. Ama satranç da oyundur. İnsan zekâsı ve karakterini kesiştiren yapay kavgalar üstüne düşünmek hayata ilişkin anlamlı gerçekler yakalatabilir size.
***
Profesyonel futbolcuların hoşuma gitmeyen tarafları var. Boyuna yerlere tükürüyor, gereksiz sertlikler yapıyor, hiçbir işe yaramayacağı bilindiği halde hakemle tartışıyorlar.
Hoşuma giden, ustalıklarının estetiği. Bir de, takımların kendi ülkelerinin temel özelliklerini yansıtması.
SABAH'ın dünkü New York Times ekinde Roger Cohen'in "Almanların Yeni Yüzü" başlıklı yazısını daha okumadıysanız kaçırmayın. Çok ilginç.
Siz yetişmemişsinizdir, benim gençliğimin İstanbul'unda kavimler ve ulusları belirli klişelerle anma ayıbı çok yaygındı. Afyonkeş Çinli, hinoğlu hin İngiliz, korkak Yahudi gibi. (Kürtlere ne dendiğine hiç değinmeyeyim, daha iyi.) Almanlara da domuz sıfatının yakıştırıldığını çok duymuşumdur.
Onların lafı edilince, amirlerine topuklarını birbirine vurarak selam veren, astlarını ezen, aşırı disiplinli ve disiplinci, kendini beğenmiş, katı kafalı, bütün yabancılara küstah tavırlı bir Prusya zabiti gelirdi gözler önüne.
O basmakalıp algılamaların kimilerinde azıcık gerçek payı bulunmuş olsa bile, çağımızda söz konusu kitleler baş döndürücü bir hızla değişti. Çoğu zaman tersine döndü. Bugün İsrail için ne düşünülürse düşünülsün, vatandaşlarına korkak demek kimsenin aklından geçmiyor.
Roger Cohen Almanya'nın imajındaki değişikliği vurgularken Kupa'daki takımını ele almış. Onun kuruluşunun ülke bünyesinde gelişen demokratikleşme ve hoşgörüyü yansıttığını belirtiyor. Verdiği birinci örnek Mesut Özil. Soydaşımızın futbol topunu "büyük oyunculara özgü bir rahatlıkla" kullandığını söylüyor.
Ben de keyif ve iftiharla izliyorum Mesut'u. Kadife gibi oynuyor gerçekten. Hiç telaşlanmadan, hırçınlaşmadan, tartışmadan. Hep özgüven ve zekâyla.
***
Dünya Türkiye'yi nasıl görüyordu yakın geçmişe kadar? Hiç kendimizi aldatmayalım. En çok kavgadan anlayan, yumruğuyla böbürlenen kaba ve hoyrat bir ulus gibi. Ve büsbütün iftira değildi o yakıştırma.
Menderes'le iki arkadaşı asıldıkları zaman dış basına verdiğimiz darağacı görüntüleri dünya gazete ve dergilerinin sayfalarında çarşaf çarşaf basılmıştı. "Türk karakterindeki acımasızlık dozu bir kere daha açığa çıktı" gibi başlıklarla. Bir süre vatandaşlarımla göz göze gelmekte güçlük çekmiştim.
Peki, yarım yüzyılda birçok ülke 180 derece değişti, afyonkeş Çin süper güç oldu da, biz ruhen yeterince gelişemedik mi? Yanıt hayır ise, bundan sonra hızlandıramaz mıyız insancıllık yönünde değişmemizi? Ülke içindeki düşmanca dalaşları uygarca yarışmalara dönüştüremez miyiz?
Şimdi Anayasa Mahkememiz tarihsel bir kavşakta yine. Vereceği karar toplum çapında bir yumuşamanın kapısını açabilir. Ya da gerilimler artar, kavga dövüş çetinleşir; büsbütün belalı bir döneme gireriz.
Türkiye'nin artık Netanyahu gibi değil de Mesut gibi davranabileceğini umuyorum.