Keşke bilgisayarın "Sil" komutu gibi bir silgi düğmesi olsaydı insan belleğinin! Bilincimizin ekranına geldikçe ruhumuzu dağlayan anıları "Kaybol" diyerek yok edebilseydik...
Savaş Ay, 1 Şubat 1979 akşamı Abdi İpekçi'nin insan biçimindeki bir iblis tarafından öldürüldüğünü nasıl duyduğunu, nerelere koştuğunu, neler gördüğünü yazdı dün. Belli ki bugün bile o travmanın etkisinde.
Savaş'ın yazdıklarını okurken ben de onun "meşum" dediği saatleri yeniden yaşar gibi oldum. Tek başıma tiyatroya gideceğim tutmuştu o akşam. Harbiye'deki, yani Abdi'nin evine yakın olan Kenter Tiyatrosu'nda oyun izliyordum. Arada yerimden kalkmadım, program dergisini okumaya koyuldum. Perde aralanıyor, başlar dışarı uzanıp hemen geri çekiliyordu. O tiyatrodaki disiplini bildiğim için çok şaştım. Bunu yapanların bana baktığını fark edince şaşkınlığım arttı. "Nasıl olsa kulise gideceğim, nedenini sorarım" diye düşünerek oturmaya devam ettim; oyunun ikinci yarısını izledim aptal aptal.
Salondan çıkarken yer gösterme görevlisi delikanlı "Duydunuz mu, Refik Bey?" dedi. "Abdi İpekçi vurulmuş." İnsan beyni kavrama özürlü oluyor öyle anlarda. Yapan karşımdakiymiş gibi, "Ne demek vurulmuş?" diye koluna yapıştım çocuğun. "Bilmiyorum. Ağır yaralıymış."
***
Ne yalan söyleyeyim, kafama doluşuveren artçı şoklar arasında memleket, terör, gazete falan yoktu. Yalnız Abdi'nin eşi Sibel'i ve çocukları düşünüyordum. O zamanlar cep telefonu da yoktu. Yan sokağın park kargaşasından arabayı çıkarırken sürekli klakson çaldığımı ve birileriyle küfürleştiğimi hatırlıyorum. Kapıyı eşim Leyla açtı.
"Neredesiiin?" diye bağırdı haklı öfkeyle.
"Tiyatrodayım" demeye dilim varmadı. Durumu sormaya da kalmadan Sibel geldi koşarak. Boynuma sarılıp kulağıma fısıldadı:
"Öldü. Öldü." Evet, fısıldadı.
Ortadoğu ülkelerinde ölenin arkasından kadınların ayılıp bayılmaları, kendilerini yerlere atarak feryat figan çığırışmaları adettir. Bu gösterinin etkinlikle yapılması için hali vakti yerinde dulların parayla
"ağlayıcı kadınlar" tuttukları da olur. Sibel'in tepkisi bunun tam tersiydi. Bir fısıltıydı ama ömrümde duyduğum en keskin acı çığlığı vardı içinde.
Bugün o, kızı Nükhet, oğlu Sedat hiç eksilmeyen acıyı aynı vakarla çekiyorlar. Sessizce. Katile dansçılık önerebilen toplumu gık demeden seyrederek...
***
Kavga çıkarmak kolay, barış sağlamak zordur. Zor olduğu kadar da renksiz ve nankör bir çabadır. Dövüş gürültüsü duyan insanlar görmek için koşar,
"İki kişiyi barıştıracağım, gel seyret" derseniz yüzünüze hayretle bakarlar.
İpekçi ucuz heyecan ve kof tiraj peşindeki bir ortamda sansasyon çığırtkanlığı yapmadan hep okurları akıl yolunda birleştirerek barış yaratmaya çalıştı.
Yavuz Donat dün yakınıyordu:
"Hep aynı şey. 'O onu dedi, bu bunu...' 'Kim kime ne yanıt verdi?'"
Üstelik günümüzdeki yanlışları yakalama hırsıyla sınırlı kalmıyor bu çekişme; geçmişe de uzanıyor. Basında pek çok meslektaş birbirinin uzun yıllar önceki çamaşır sepetlerinde kirlileri bulup ortaya dökme çabasında. Şimdiki toplumsal sorunlarımıza ışık tutacak bilgiler de getirecekse amenna. Ama yalnız bilek güreşlerinde ego keyfi sağlayacaksa, kamuoyu yararı yok sütun kavgalarının.
Sık sık düşünüyorum,
"İpekçi sağ olsa bugün ne yazardı?" diye. Sanırım Yavuz Donat'ın çizgisini paylaşır, Nazlı Ilıcak ve Melih Aşık gibi meslektaşlarından ateşkes ricasında bulunurdu.
Geçmişi de, bugünü de serinkanlılıkla ele alırsak çözümler kolaylaşır.