Çocukluk ve okul arkadaşım, tam 70 yıllık dostum Şakir Eczacıbaşı "ismiyle müsemma" değildi. "Şükreden" demektir "şakir". Alıcı olmaktan hoşlanmayan, hazıra konmak istemeyen, kendi statükosuna şükretmeyen biriydi o.
Sık sık yaptığımız gibi, bağıra çağıra tartışıyorduk bir gün. Soyadının onu pek çok zorluktan koruduğunu söyleyerek halt etmiştim. Birden sakinleşti, yüzüme dargın dargın bakarak "Keşke adımın yükünden kurtulabilsem!" dedi.
Bunun anlamını netleştirmek için, belki hemen inandırıcı bulmayacağınız bir açıklama yapayım:
Öğrencilik yıllarında solcuydu.
Şu temel anlamda "solcu": yurdun ve dünyanın daha akılcı, daha adaletli, daha insancıl bir düzene kavuşmasını istemek, emeğe saygı duymak, sömürülmesine karşı çıkmak, bu ilkeleri lafta bırakmayıp elden geldiğince uygulamak.
Kritik iki sözcük: "elden geldiğince". Yani ortamın elverdiği oranda. Romantizmin önüne güncel gerçeklerin çektiği bir duvardır bu.
Şakir'in babasına, Nejat Ağabey'ine, ailesine büyük saygısı vardı. Eğitim yıllarından sonra sorumluluk duygusuyla iş düzeninin üst kademelerinde görev üstlendi. Ve duvarla karşılaştı.
Ne kadar "iyi niyetli" davranırsa davransın, çalışanların çıkarlarıyla işletme hesapları tam bağdaşmıyordu. İşçi tepkilerinin hoyratlaştığı oldu. Şakir'in gözlerinin yaşardığını bir tek kere gördüm: bir grev sırasında davul zurna çalınarak atılan hakaret sloganlarını anlatırken...
***
Eski bilgisayarımda 13 Ocak 2005 tarihinde Ertuğrul Özkök'e çekilmiş faks mesajının metni var. O günkü yazısında Sabiha Sertel'i Ayşe Arman'ın karşıtı yerine koyarak katı ve soğuk bir sosyalist gibi göstermiş. Ben öyle olmadığını kanıtlamak için Sabiha Hanım'ın esneklikleri döneklik sayan yandaşlarını şöyle kınayışını aktarmışım:
"Burjuva ilmi kenara atılıyor, bu ilim hazinelerinden faydalanmak suç sayılıyordu... Bunlar sosyalizmi fıkaralıkta eşitlik sayıyor, insan gibi yaşamayı, iyi giyinmeyi burjuvalık diye hoş görmüyorlardı. Sosyalizmin hedefinin bütün çalışanların hayat seviyesini yükseltmek olduğu gerçeği unutuluyor, yakalıksız gömlekle, kasketle, üstü başı perişan gezmek marifet sayılıyordu. Bunlara göre halk yok, yalnız emekçi sınııfı vardı. Bu düşüncenin kitleden nasıl uzaklaştırdığının farkında değildiler. Onlara göre iyi bir sosyalist olmanın şartı mutlaka hapishaneye girmek çıkmaktı."
Şakir Eczacıbaşı bir yandan emek-sermaye ilişkisinin kaçınılmaz karşıtlıklarıyla uğraşırken, bir yandan da Sabiha Sertel'in anlattığı "ilerici aydın" züppeliğinin eleştiri hedefi oluyordu.
Akılcı yönetim, teknoloji, bilimsel araştırma, basın, sanat, kültür, hatta spor alanlarında birbirinden yaratıcı atılımlara önayak olmasının önemi yoktu; ağzıyla kuş tutsa "kapitalist" idi onların gözünde. İş kesimindeki görevlerini bıraktıktan sonra da o yaftayı düşürmediler göğsünden.
Gerçek aydınlar arasındaki birkaç vefakar dostu ona yönetilen saldırı ve ihanetlere gülüp geçerlerdi; ben o kadar serinkanlı olamazdım. Milliyet'te ve Güneş'te söz konusu zırvalara karşı bir şeyler yazdığımda ideoloji haini ilan edilmiştim.
Her 27 Mart'ta Dünya Tiyatro Günü bildirisini "kültür ve sanat alanında tanınmış bir kişi" hazırlar. Birkaç yıl önce o görevi ITI-UNESCO Türkiye Merkezi'nin ricasıyla Şakir Eczacıbaşı üstlendi diye kıyamet koptu. Vay efendim, onun tiyatroyla ne ilgisi varmış?
Başında bulunduğu vakıfça düzenlenen Uluslararası Tiyatro Festivali'nin tiyatroyla ilgisi yoktu çünkü!
***
Şakir kardeşim çirkinliklerden uzaklaştıkça uzaklaştı. Bütün yeteneklerini, birikimini, enerjisini kültür ve sanata verdi.
Çok da iyi yaptı.
O sayede bir değil, sayısız hoş seda bırakmış oldu bu kubbede.