Yasaklı yıllarda çaktırmadan piyasaya bolca "sol yayın" sürme niyetiyle Çağlayan Yayınevi'ni kurunca takıyye yaparak işe "zararsız" bir kitapla başlamayı düşünmüş ve Refik Halit Karay'ın Dişi Örümcek romanını seçmiştim.
O vesileyle kısa sürede içli dışlı olmuştuk yaşlı adaşımla. "Anasının gözü" bir adam olduğu -soyadı dahil- her şeyinden belliydi. Yayıncılığın pratik yanları üstüne akıl verirken gerçekçilik adına getirdiği öneriler üçkâğıt sınırındaydı hep.
Kendisi üçkâğıtçı değildi; sözünü tutar, kimseye kazık atmazdı. Benim başkalarına karşı kazıkçı gibi davranmamı istemesi ise çoğu zaman küçük düşünmesinden kaynaklanıyordu. Matbaa ustalarına rayiçten biraz fazla para ödenmesinin hemen batmaya yol açacağından emindi.
Bir yenilik olan cep kitaplarının tek liraya satılması ve gazetelere tam sayfa ilan verilmesi gibi şeyler tehlikeli kumarbazlıktı onun gözünde. Kendi romanını 10 bin basacağımı söylediğim zaman "Deli misin?" demişti; "5 bin satarsak iyidir."
Dişi Örümcek iki haftada 50 bin satınca "Vay be!" diye başını salladı. "Amma değişmiş devir!"
***
O sevimli ve temelde iyi niyetli Türkçe ustasının bağımsızlık savaşımız sırasında niçin Anadolu'ya yüzde yüz ters düşüp cumhuriyetten sonra
"vatan haini Yüzellilikler" arasında sürgüne gönderilecek duruma sürüklendiğini anlamakta güçlük çekmiştim.
İki yıl önce o yıllarımızı anlatan bir oyun yazarken dönemin İstanbul basınını da ayrıntılarıyla inceledim. Refik Halit düşmana direnmeye hep karşı çıkmış, kavgamızın öncüsüne şöyle seslenmişti:
"Deli misin, Mustafa?"
Yalnız o değil, temelde iyi niyetlerinden kuşku duyamayacağımız pek çok aydın da havlu atmıştı. Günün koşulları içinde yabancılarla dövüşerek hiçbir yere varılamayacağına, onların
"ehven-i şer" olanına sığınmak gerektiğine, bütün başka denemelerin daha büyük felaketlere yol açacağına yürekten inanıyorlardı.
Vatan haini olduklarından değil. Anadolu'dakiler kadar gerçekçi ve büyük düşünemediklerinden.
Refik Halit'i yakından tanıyınca anladım bunu. Geçmişini bağışladım ve dost olabildik.
***
Yazık ki onun gibileri yanlış tutumlara sürükleyen ulusal kompleks Cumhuriyet kuşaklarının pek çok kesiminde de silinmedi büsbütün.
Kenan Evren devlet başkanıyken Amerika'ya gitmişti. Ziyareti izleyen gazeteciler arasındaydım. Basınımızda merak konusuydu:
"Amerika Cumhurbaşkanı görüşmede bizimkine kaç dakika verecek?"
Adeta el ovuşturuluyordu 10 mu, 20 mi, 30 mu diye.
Washington'da birkaç Türk, birkaç da Amerikalı gazetecinin katılımıyla düzenlenen bir televizyon panelinde yine o
"sorun" gündeme gelince şunu sordum:
"Niçin Amerika Cumhurbaşkanı'nın Türkiye Cumhurbaşkanı'na kaç dakika vereceği merak ediliyor da, Türkiye Cumhurbaşkanı'nın Amerika Cumhurbaşkanı'na o kadar dakika vermekte olacağı düşünülmüyor?"
Yabancı meslektaşlar soruyu yadırgamadılar da, bizim arkadaşlar tuhaf tuhaf baktılar yüzüme. Biri programdan sonra
"Sorduğun soru görünüşte haklı ama gerçekçi değildi" dedi.
***
Söz konusu kompleks pek çoğumuzda sürüp gitmekte. Batı'nın zaman zaman bizi şamar oğlanı gibi görebilmesine o akılsızlığımız yol açıyor.
Akılsızlık, çünkü tam gerçekçi düşünebilirsek görürüz ki onların bize ihtiyacı bizim onlara ihtiyacımızdan küçük değil.
Cumhurbaşkanı Gül'ün ileride Avrupa Birliği'ne katılmak istemeyebileceğimizi söylemesi yüreğimi ferahlattı.
Bunu blöf sayanlar gerçekçi olmayanlardır. Ama onların da iyi niyetinden kuşku duymuyorum. Kimse kimseye hain gözüyle bakmadan somut durumu özenli bir gerçekçilikle inceleyebilirse daha verimli tartışır, dünyamızda daha onurlu yer tutarız.