Suriye'deki isyan dalgası Şam'da patlayan bombanın ardından yeni bir safhaya girmiş durumda. Esad ve Baas çetesinin ömrünü kalemleriyle uzatmak için olmadık denklemlerin içine girenler; bir bomba ile Kürt, Dürzi, Alevi ve Sünni devletlerini Suriyelilerden önce ilan ettiler. Benzer bir gürültüyü Irak işgali sırasında da görmüştük. Hatta daha ileri gidilerek şimdi ABD başkan yardımcısı olan Biden'ın "Irak'ı üçe bölme" planı olarak kayda da geçmişti.
"Irak'ta bir işgal, Suriye'de ise bir isyan marifetiyle Baas rejimleri nihayete erdi" tespitini yapmaya yaklaştığımız şu günlerde; çok gerilere gitmeden son yirmi yıl parantezinde Kürt meselesini ele almakta fayda var. Körfez Savaşı sonrası '36. Paralel siyasal dünyasına' hapsolan Irak Kürtleri, ülkedeki diğer gruplar gibi ABD işgalinin ateşli bir destekleyicisi olarak bugünkü durumlarına kavuştular. Dolayısıyla, Irak'ta Baas sonrası, kendine özgü talepleri olsa da, Kürtlerin Irak'ın geneliyle paralel hareket etmiş olmaları onların bir meşruiyet sorunu yaşamalarını engelledi. Suriye'de ise Kürtler, Irak'taki pozisyonu yekpare bir şekilde alamadılar. Sonuçta, PKK'nın Suriye kanadı olan PYD marifetiyle, Kürtlerin üzerine 'Baas kiri' bulaşmış oldu. Ciddi ve düzeyli okuma yapanların bu kirin ne düzeyde olduğunu anlamaları için, Suriye muhalefetinin bir araya geldiği bir kaç toplantıya şahitlik etmeleri yeterli olurdu.
Baas ve PKK
Her şeyden önce, Suriye Kürtlerinin PKK'dan kaynaklanan bu yabancılaşmadan ve Baas kirinden kurtulmak için mücadele vermeleri gerekecek. Suriye Kürtlerinin bu girdaptan çıkması, sadece kendi kazanımlarını korumak anlamına gelmeyecek aynı zamanda onları bölgenin tabii ve meşru bir unsuru haline getirecektir. Kürtlere 'içimizdeki İrlandalılar' muamelesini yapmaya dünden hazır olanlarla; hemen her platformda bulundukları genel siyasi atmosferi 'ezilmişlik ruhsatı' ile göz ardı ederek sadece kendi özel gündemini ciddiye alan Kürtler aynı siyasal dalga boyunu büyütmektedirler. Bu dalganın ana eksenini oluşturan geç kalmış ulusçuluk travması ve PKK gibi bir provokatif unsurun arasına sıkışmış bir Kürt bilincinin yukarıdaki girdaptan çıkmasını beklemek de naiflik olacaktır. Bu kısır döngüyü kıracak ana aktör Türkiye'den başkası olamaz.
Türkiye'ye dair 'önce Kürt meselesini çöz, sonra müdahil ol' şeklindeki tarihi durdurma önerisini bir kenara bırakacak olursak; "Türkiye ne yapabilir?" ve "neler yapmalı?" suallerinin peşine düşmekte fayda var. Öncelikle, Türkiye'nin bugünkü gücü ve kapasitesi Irak işgali sırasındaki Türkiye'den çok farklıdır. Irak işgalinin ilk dönemlerinde 'eski Türkiye'nin dinamikleri arasında kalmaya mecbur olduysa da; Türkiye işgale ortak olmayarak kendi statükosuyla hesaplaşmasına başlamıştı. O günden bugüne Türkiye'de yaşananlar bizlere "eski Türkiye" analizleri yapma imkânı veriyor.
Bölgenin anakronik bir unsuru haline gelen PKK'nın, daha sürecin tamamlanmadığı Suriye'de, orta ve uzun vadede, Kürtler maliyetine, Kürtleri Baas'tan sonra tekrar esir alacak bir sürece evrilmesini engellemek en başta ve öncelikle Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin (IKBY) görevi olmalıdır. IKBY, 1990'ların başında mahkûm olduğu ve belli ölçüde hala devam eden 36. Paralel siyasal dünyasının zincirlerini artık kırmak istiyorsa; dün Irak işgali sırasında, eski Türkiye'nin arzuladığı sığ etnik siyaset tuzağına bugün kendisi düşmemelidir.
Kürtlere özel bir Suriye konseyi girişimiyle zaten yabancılaşmanın önünü açan adımın orta ve uzun vadede gerilim ve belki de çatışmadan başka bir şey üretmesi mümkün değildir.
Türkiye ne yapmalı?
Türkiye'nin bu noktada sürece nasıl dâhil olacağı hayati bir öneme sahiptir. Türkiye kısa dönem güvenlik endişeleri ile uzun dönem istikrar beklentilerini dengeleyen bir vasat siyasal yol takip etmelidir. Bunun anlamı ise, PKK'nın Suriye devrimini esir alacak kadar ciddi ve düzen kurucu bir güç olmayacağını; Türkiye'nin ise Ortadoğu perspektifinin, eski Türkiye'nin Kıbrıs sendromuna benzer bir şekilde, PKK'ya endekslemeyecek kadar derin olduğunu hatırlamaktan geçiyor. Bu ise Türkiye'nin asıl sorunun "bölücülük, PKK" vs. olmadığını; asıl meselenin Türkiye'nin bölgesinde derinleşmesi ve büyümesi olduğunu ortaya koymaktadır. Bir küçülme ve içine kapanma şablonu olan Türk ve son dönem Kürt Kemalizminin yaşananları anlamaması bu yönüyle normaldir!
"Türkiye'nin bir Kürt meselesi bulunuyor." Türkiye, Suriye ölçeğinde veya ağırlığında bir ülke olsaydı, yaşanan soruna dair önceki cümleyi kurup, durmak yeterli olurdu. Kürtlerin ana gövdesinin yaşadığı, tabii kaynakları olmamasına rağmen bölgenin en güçlü ekonomisine ve askeri gücüne sahip, son on yıldır istikrarlı bir değişim ve demokrasi tecrübesi bulunan ülkenin ismi Türkiye. Bu haliyle, Türkiye'nin, "Kürt meselesini ya da PKK'yı" sadece kendi lokal sorunu olarak ele alması mümkün değildir. Demokratik açılım süreciyle kendi Kürt meselesinin çözümünde ciddi mesafe alan Türkiye'nin bir güncelleme yapması gerekmektedir. Türkiye bütün Ortadoğu'yu ihata edecek bir yaklaşımla Kürt sorunsalına yaklaşmak durumundadır. Hem siyasi derinliği açısından hem de güvenlik kaygıları açısından bu yaklaşım kaçınılmazdır. Hali hazırda, Baas rejimine Kürtler adına tarihlerinde ilk kez haklarının iade edilmesi talebi doğrultusunda baskı yapmış Türkiye'nin daha farklı bir seçeneğe yönelmesi düşünülemez bir durumdur.
Hem Türkiye'de yaşanan hem de Ortadoğu'da yaşanan değişimi tam anlamıyla ıskalayan PKK; bundan sonra akıttığı kanın ötesinde Kürtler için bir yük olmaya devam edecektir. Kürt siyasi hareketi ise PKK yükünü taşımaya gönüllü olduğu sürece yaşanan ve yaşanacak demokratikleşmenin gecikmesinden başka hiçbir rolü olmayacaktır. Türkiye-Suriye sınırını da; Irak hududunu da bu toprakların halkları çizmedi. Türkiye, Sykes-Picot'un 100. Yılında, çizilmiş sınırları kalınlaştırmak değil, sınırlar yokmuş gibi bir entegrasyon için çaba sarf ettiği sürece; Türkiye'de Kemalizm bulamayınca Suriye'de Baasçılığın peşine düşerek elini tetikten çekemeyen aktörler anlamsızlaşmaya devam edecektir.