2021 yılı ilginç bir sene oldu. Pandemi hala en belirleyici oyuncu olma vasfını koruyor. Devletler bir taraftan pandeminin yıkıcı etkisiyle mücadele ederken, diğer taraftan da daha köklü değişimlerin yaşanacağı yeni bir döneme hazırlık yapıyorlar. Uluslararası siyasette büyük güçler arasındaki güç rekabeti devam ederken, Ortadoğu'da ise yeni bir normalleşme havası yaşanıyor. Bu durumlar birbiriyle tezat gibi görünse de aslında Ortadoğu ölçekli son on yılda yaşanan gelişmeler dikkate alındığında şaşırtıcı değil. Zira Ortadoğu, güvenlik ve güç rekabetini Arap baharının patlak vermesiyle yaşamaya başladı. Merak edilen soru ise şu: Küresel sistem güç rekabetinin daha derinleşeceği jeopolitik bir mücadele dönemine girerken Ortadoğu'da aktörler nasıl normalleşecek?
Arap Baharı bölge ülkelerini birbiriyle savaştıkları farklı kamplara sürükledi ve Suriye, Libya, Yemen, Irak başta olmak üzere birçok ülkeyi genel güç dengesi içinde zayıf aktörlere dönüştürdü. Bunun bir benzer örneği 2003 Irak Savaşı ile bölgede tecrübe edilmişti. Irak'ın işgali ve kaosa sürüklenmesi bölge içi çok-kutuplu yapıyı sarsmıştı. Arap baharı 2003 Irak'ın işgaliyle karşılaştırılamayacak ölçüde bölgedeki kutupluluk yapısını derinden sarstı. Öte yandan Türkiye dahil olmak üzere Suudi Arabistan, İran ve Mısır gibi bölgenin geleneksek güçleri enerjilerini kendi güvenliklerini sağlamaya harcadılar. BAE ve Katar gibi küçük Körfez ülkeleri de bu süreçte farklı cephelerde yer almak suretiyle bir yıpratma siyasetini uygulamayı tercih ettiler. Yıpratma stratejisinin doğrudan saldırıya dönüştüğü en çarpıcı örnek 2017 yılındaki Katar ablukasıydı. Katar ablukası başarılı olup Doha'da bir iktidar değişikliği yapılabilseydi bugün bambaşka bir süreci konuşuyor olabilirdik.
İsrail ise her geçen gün kendisine yönelen tehditler çeşitlense de bu sürecin en çok kazananı olarak görüldü. Zira bir yandan Arap ülkeleri kendi aralarında ideolojik olarak ayrışmış ve genel olarak zayıflamışken, İsrail'in bölgedeki iki önemli rakibi olan İran ve Türkiye, Suriye üzerinden karşılıklı bir vekalet savaşına girdiler. Suudi Arabistan ile İran arasında Yemen iç savaşı üzerinden yürütülen rekabet ise İsrail'e göre bu aktörlerin yıpranmasına neden oldu. Ancak Suriye nedeniyle İran daha yakın bir tehdit haline dönüştü.
Şimdi bölgede yeni bir dönemden bahsediliyor. Bu yeni dönemde ortaya çıkan normalleşmenin üç ekseni olduğunu söyleyebiliriz. Birinci eksen İsrail-Arap normalleşmesi. İsrail ile İbrahim Anlaşması çerçevesinde bir araya gelen Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) normalleşme süreçlerinin de başat aktörü olarak öne çıkıyor. Sonrasında bu sürece Bahreyn ve Fas'ın katılmasıyla birlikte İsrail-Arap normalleşmesi daha geniş bir çerçeveye oturmuş oldu. Suudi Arabistan somut olarak bu normalleşme paketinin içinde yer almasa da Riyad'ın bundan rahatsız olduğunu söylemek pek mümkün olmaz. Dolayısıyla Suudi Arabistan'ı da bu sürecin bir parçası olarak görmek lazım. Bu normalleşmenin jeopolitik haritası İsrail tarafından çizilirken uluslararası aktörlerin Arap-Yahudi siyasi restorasyonuna desteği ise açıkça görülüyor.
Normalleşmenin ikinci ekseninde ise Türkiye yer alıyor. Arap Baharı yaşanan değişim Türkiye'yi bölgede sert gücüyle öne çıkan bir aktöre dönüştürdü. Suriye, Libya, terörle mücadele, Doğu Akdeniz gibi birçok kritik meselede Türkiye'nin karşısında karşı bir ittifak yer aldı. Neredeyse Arap Baharı sonrası her bölgesel krizde karşı karşıya gelen Türkiye ve BAE arasında yaşanan yumuşama, Türkiye eksenli diğer normalleşme süreçlerini de etkileyecek gibi görünüyor. Bu bakımdan Türkiye-Mısır, Türkiye-İsrail ve Türkiye-Suudi Arabistan arasında retorikten uzaklaşan ve jeopolitik gerçekliklere dayalı perspektif hâkim gelirse yeni yılda bu yönde hızlı gelişmeler yaşanabilir.
Normalleşmenin üçün eksenini ise Suriye üzerinden yürütülen süreç oluşturuyor. Diğerleriyle karşılaştırıldığında daha zor olmasına rağmen 2021 yılında yaşanan gelişmeler, Suriye rejimi ile Arap ülkeleri arasında Ürdün Kralı Abdullah aracılığıyla bir süreç yürütüldüğünü doğruluyor. Amaç, Suriye rejimin otoritesini ve meşruiyetini yeniden sağlayarak Suriye sorununu Araplar arası bir çözüm zemini üzerinden halletmek. 2022'de Suriye'nin Arap Birliğine katılması halinde bu eksende yürüyen normalleşme sürecinin daha somutlaşmasını sağlayabilir.
İsrail-Arap, Türkiye ve Suriye eksenli normalleşme çabalarına Suudi Arabistan ile İran arasında yürütülen müzakereler de eklenirse bölgesel normalleşmenin 2022'de de egemen bir eğilim olacağı anlaşılıyor. Ancak normalleşmenin sınırları ve sınırlıkları var.
Birincisi normalleşme çabalarının küresel ölçekli rekabetin kızıştığı bir dönemde ortaya çıkmış olması. ABD-Çin ve Rusya-Batı arasındaki rekabetin her geçen güç çatışmaya doğru evirildiği bir dönemde sistemik bir kaosun bölgeye olumlu yansıması pek mümkün olmayabilir. Bu bağlamda bir başka husus ise ABD'nin dikkatini Çin'e kaydırırken Ortadoğu'yu giderek kendi haline bırakan bir tavır içine çoktan girmiş olması. Biden yönetimi bunun aksi yönünde açıklamalarda bulunsa da Afganistan'da yaşananlar Ortadoğu'daki aktörler için de ders niteliğinde. Ancak Rusya'nın güç boşluklarını doldurma gayreti, Çin'in Ortadoğu'ya artan ilgisi ve ABD'nin stratejik muğlaklığı bölgenin yeniden küresel rekabetin cephesi haline gelmesine neden olabilir.
İkinci önemli konu ise bölgesel ölçekli sorunların hala çözüme kavuşturulmamış olması. Başta Suriye olmak üzere, Libya, Lübnan, Yemen ve Irak gibi ülkelerde askeri ya da silahlı çatışma ihtimalleri son bulmuş değil. Yani çatışma ortamın bittiğini söylemek için henüz çok erken. Bir başka husus ise çatışmanın siyasal mücadelede yürütülen cephesinde bir uzlaşının söz konusu olmaması. Örneğin, Libya'da 24 Aralık 2021 seçimlerinin ertelenmesi siyasi uzlaşıdan yoksun alınan kararların uygulanmasının ne denli zor olduğunu bir kez daha gösterdi.
Üçüncü ama en önemli mesele ise İran'ın nükleer politikasının belirsizliğini koruyan bir konu olmaya devam etmesi. Viyana görüşmelerinden bir sonuç çıkması için Tahran'ın taviz değil tavizler vermesi gerekiyor. Sorunun çözülmediği her geçen gün ise İsrail'in İran'a yönelik askeri bir çözüm için Londra, Washington ve Körfez hattını aynı hizaya getirme ihtimali artıyor. Bu ihtimalin askeri bir çatışmaya dönme riski bölge açısında normalleşme ikliminin tamamen yok olması demek. Dolayısıyla İran bölgesel normalleşme sürecinin belki de en kırılgan halkası. Hem normalleşmenin muhatabı hem de yeni bir krizin sebebi olabilir.
Dördüncü ve belki en önemlisi de normalleşme kavramının kendisiyle ilgili. Yukarıda bahsi geçen hiçbir aktör arasında herhangi bir bölgesel meselede bir uzlaşı söz konusu değil. Ne Türkiye-İsrail ne de Türkiye-Mısır normalleşmesi bölgesel ölçekli jeopolitik bir uzlaşı üretebilecek boyutlara ulaşabilir. Aynı durum, İsrail-Arap ve Arapların kendi arasındaki normalleşme süreçleri için geçerli. Üstelik ideolojik ayrılıkların ve çıkar çatışmalarının devam etmesi, gerginliğe neden olmaya devam edecek gibi görünüyor.
Bu dört neden normalleşmenin sınırlarını ve sınırlılıklarını gösteriyor. Asıl olan ise uluslararası siyasette yaşanacak muhtemel gelişmelerin normalleşme süreci üzerinde oluşturduğu baskı. Küresel güç rekabetinin giderek derinleştiği bir dönemde asıl sorulması gereken ise bu normalleşmenin ne tür bir sonuç üreteceği.