Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı önümüzdeki hafta yoğun bir diplomasi trafiği ve zorlu bir diplomatik tempo bekliyor. Yoğun trafiğin en önemli ayaklarından birini NATO Zirvesi oluşturuyor. Bir diğer önemli ayağını ise Türk-Amerikan ilişkilerinin seyri açısından her iki tarafın da önem atfettiği Erdoğan ile Biden arasında gerçekleşecek tarihi görüşme oluşturuyor.
NATO'nun geleceği
NATO'nun ajandasına yer alan konular hayli kabarık. Kendisini küresel sistemin en dinamik ve en güçlü savunma örgütü olarak yansıtan NATO'nun tartışması gereken birçok konu bulunuyor. Bunlardan biri ve belki de en önemlisi yürürlükte olan stratejik vizyon belgesinin değiştirilmesi. 2010 yılında en sonuncusu yayınlanan belgede, Rusya neredeysese bir partner olarak tanımlanıyordu. Sonrasında Rusya, Ukrayna'dan Kırım'ı kopararak Karadeniz'deki güç dengesini bozdu, Suriye krizinde Batı karşısında stratejik bir üstünlük elde etti, askeri gücünü tahkim ederek tek kutuplu düzene meydan okudu ve kendini yeniden konumlandırdı. Geçtiğimiz yıllarda Putin ise ABD'nin yaptığı her türlü operasyon karşısında Batı demokrasilerini tedirgin edecek ölçüde istihbarat ve gayri nizami unsurları devreye soktu. Aslında sıcak bir çatışma yoktu ancak Batı ile Rusya arasında adı konulmamış ve konvansiyonel sınırları aşan derin bir çatışma söz konusuydu.
Biden yönetimi için Rusya hala tehlikeli bir oyun bozan. Ancak asıl rakip, maddi bütün alanlarda ABD'ye küresel bir meydan okuma oluşturan Çin. Dolayısıyla Çin'e karşı Pasifik merkezli dengeleme startejisinin NATO üyeleri olmadan hayata geçirilmesi pek mümkün değil. NATO'nun Avrupa ayağında ise yeni bir stratejik söylem dolaşıma sokulmuş durumda. Bir süredir gündemde olan stratejik özerklik bugün daha sık bir şekilde gündeme getiriliyor. Josep Borrell neredeyse her konuşmasında, Avrupa'nın ABD-Çin-Rusya rekabetinde kendi imkan ve kabiliyetleriyle kendi göbeğini kesebilen ve gerektiğinde Çin'e, Rusya'ya hatta ABD'ye direnebilen bir birlik inşa etmenin en emniyetli yol olduğunun altını çiziyor.
Biden yönetimi ise NATO'yu ABD'nin küresel liderliğinin en önemli mihenk taşlarından biri olarak görüyor. Bir tarafta transatlantik bağın güvenlik şemsiyesininin güçlendirilmesi için uğraşan Biden yönetimi, diğer tarafta da NATO'yu demokrasi bloğunun yeni nişanesi olarak konumlandırarak sadece güvenlik sağlayan değil siyasal bir kimlik üreten bir ögüte dönüştürerek Avrupa ölçeğine sıkışmayan küreselleşen bir NATO'nun peşinde. O nedenle sadece Rusya yerine, Çin'in NATO'nun stratejik menziline girmesi gerektiği sürekli tekrar ediliyor. Nitekim NATO zirvesinin en önemli gündem maddelerinden biri Çin'in NATO tarafından nasıl sunulacağı konusu olacak.
NATO zirvesinin gündeminde başka birçok konu da yer alıyor. Örgüt, Soğuk Savaş sonrasında önemli meydan okumalarla karşılaşsa da geçerliliği olan bir yapı olarak kalmayı başarabildi. Ancak uluslararası sistemin değişen dinamikleri, bölgesel ölçekli krizler, üye ülkelerin birbiriyle rekabet ve çatışma içinde olan öncelikleri, NATO'yu hem içe dönük kurumsal yapılanmasını hem de dış ortama yönelik stratejik dönüşümünü merkeze alan bir örgüt olmaya zorladı. O nedenle geleneksel tarışmalar NATO'nun gündeminde yer almaya devam ediyor. Bunlardan ilki caydırıcılık, ikincisi kriz yönetimi, üçüncüsü adaptasyon ve dördüncüsü ittifak için birliğin yeniden konsolidasyonu. Caydırıcılık NATO'nun en önemli unsurlarından biri olmaya devam etse de, kriz yönetimi, yeni tehditlere örgütü ve üyeleri adapte ederek cevap verecek bir düzeye taşımak ve birlik içi konsolidasyon alanlarında ciddi eksiklikler olduğu görülüyor. NATO 2030 Vizyonu'nun temel felsefesi de Yeni Çağ için Birliktelik şeklinde inşa edildi ve bu vizyon kapsamında 138 somut tevsiyede bulunuldu. Bu nedenle Brüksel Zirvesi, pandemi sonrası küresel düzenin geleceği için küçük de olsa bir sinyal oluşturacak.
Türkiye-ABD İlişkileri Nereye evrilir?
NATO zirvesi kapsamında en merak edilen konuların başında Türk-Amerikan ilişkileri geliyor. Türk-Amerikan ilişkileri tarihinin en kapsamlı sorunlarıyla karşı karşıya olması bakımından ciddi bir sınamadan geçiyor. Erdoğan-Biden görüşmesi geçmişteki görüşmelerde olduğu gibi kritik bir görüşme ve Biden Yönetimi ile Türkiye arasındaki gelecek birkaç yıllık süreci etkileyecek bir başlangıç oluşturabilir. Elbetle beklentileri yüksek tutarak gerçeklikten kopuk bir sonuç beklemek doğru değil. Ancak Türkiye'nin ikili ilişkilerin tamir edilmesine dair üç prensip ortaya koyduğunu söylemek mümkün.
Bunlardan ilki ikili ilişkilerin tanımlanmasına dair kavramsal bir çerçeveye olan ihtiyaç. Soğuk Savaş sonrası iki taraf da ilişkileri tanımlamak için birçok kavram kullandı. Stratejik ortaklık, ve model ortaklık gibi aslında ikili ilişkiler ve bölgesel ölçekli angajmanlar bakımından içi doldurulamayan birçok çerçeve kavram kullanıldı. Bunlardan bazılarının içi ya hiç doldurulamadı ya da çok kısa süreli ilişkilere yön veren psikolojik bir atmosfer oluşturmaktan öteye gidemedi. Bu nedenle Türkiye için Türk-Amerikan ilişkilerinde, içini doldurmanın pek mümkün olmadığı kavramsal çerçevenin pek bir anlamı yok. Onun yerine, Türkiye'nin özerkliğine saygı duyan, asimetrik olmayan ve mutlak olmasa da dengeli bir ilişki biçimini ifade eden kavram ya da kavramların geliştirilmesi daha önemli.
İkinci ihtiyaç ise ilişikilerin ve bu ilişkiyi tanımlayan kavramların gerçekliklerle uyumlu hale getirilmesi. Hem kavramsal çerçeveden yoksun hem de saha gerçekliğinden uzak bir ilişkinin her iki tarafa da faydası olması pek mümkün görünmüyor. Bu nedenle Ankara'nın gerçeklikten kopmuş bir Türk-Amerikan ilişkilerini taşıma konusunda istekli olmayacağı daha fazla anlaşılmış durumda. Bu Türk-Amerikan ilişkilerinin tamamen kopması anlamı taşımıyor, fakat ilişkinin faydasızlığının altını çiziyor.
Türk-Amerikan ilişkilerinin en kritik düzlemi ise gerçekliklerle uyumsuz olan konularda yaşanan anlaşmazlık. Daha önceki yazılarda da altını çizdiğim gibi, Türk-Amerikan ilişkilerinde dosya ayrımı yaparak dış politikayı kompartımanlara ayırmak pek mümkün değil. Anlaşmazlık konularının birçoğu Türkiye için yakın ulusal güvenlik konusu ve ikili ilişkilerdeki kriz bu yakın güvenlik sorunlarının sonucu ortaya çıkıyor. PYD-YPG, S-400, Rusya ile daha yakın çalışma gibi dış politika pratikleri sebepler değil sonuçlar olarak görülmeli. Öte yandan, ABD'nin CAATSA kapsamında uyguladığı yaptırımları bir kenara bırakara görmezden gelinmesi pek mümküm değil. ABD'nin bir NATO üyesi ülkenin savunma kabiliyetini ve kapasitesini hedef alacak bir yaptırım uygulaması Türkiye'nin görmezden gelebileceği ve ayrıştırabileceği bir konu olmaktan da çok uzak. Dolayısıyla gerçekliklerden uzak bir ilişki, ilişkilerde süreklilik mekanizmasını baltalayan bir dinamik oluşturuyor. Bu da Türk-Amerikan ilişkilerinde Ankara'nın bakışını besleyen başka bir ihtiyacın talep edilmesini beraberinde getiriyor.
Bu bağlamda üçüncü ihtiyaç ise sürdürülebilirliktir. Kavramlardan yoksun, gerçekliklerden uzak bir bir ilişkiyi sürdürülebilir kılmak gerçekten her iki taraf için de zor. Bu nedenle sürdürülebilir olması için yukarıdaki iki hususa dair ihtiyacın minimum düzeyde karşılanması gerekir. Ancak böylesi bir zeminde sürdürülebilir bir ilişki kurmak mümkün olabilir. Öte yandan anlaşmazlıkların yaşandığı dönemlerde ilişkileri çöpe atan (karşılıklı olarak) veya yakınlaşma dönemlerinde aşırı anlam yükleyen bir anlayış sürdülebilirlik anlamına gelmiyor.
Bu üç ilke üzerinde Türkiye ve ABD belirli biz uzlaşı oluşturabilirse o zaman diğer sorunların daha gerçekçi konuşulması mümkün hale gelebilir. Türkiye'nin yükselen güç profilini ve dış politika aktivizmini görmezden gelen ve bölgesel değişim dinamiklerini Türkiye'yi kenara iterek anlamaya çalışan bir dış politika stratejisi başarısızlığa mahkumdur. Daha önemlisi, Türkiye'nin müdahil olduğu ABD'nin ise kendini konumlandırmaya çalıştığı bölgesel meselelerde Ankara'yı görmezden gelmenin jeopolitik maliyetleri hayli yüksek olabilir.
Türkiye'nin dış politikada içine girdiği yeni dönemde kendisini yeniden konumlandıracak bir hareketlilik oluşturması ve hem fikri zemini güçlü hem de pratikleri ve araçları iyi hesaplanmış bir yaklaşım sergilemesi, pandemi sonrası dönem için elinin daha güçlenmesine imkan tanıyacaktır. Dolayısıyla hem NATO zirvesi hem de Erdoğan-Biden görüşmesi yeni bir dönüm noktası oluşturabilir.