Yeni dünya sistemine egemen olan küresel iktidar paradigması hem global siyasal düzende sistemsel konsolidasyonu temin etmekte hem de sözde yurtseverlik anlayışı çerçevesinde ötekileştirici karşıtlıklar üzerinden sistematik bir güvensizlik duygusu üretmeyi olanaklı hale getirmektedir. Kuşkusuz İslam'ı hedef alan modern endüstriyel korkunun zihinsel kodları, sosyo-politik, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel bağlamlarda derinlikli biçimde tartışma konusu yapılmaktadır. Bu türden korku pratikleri küresel terör endüstrisinin doğumuna da yol açmaktadır. Nitekim söz konusu küresel terör endüstrisi, dünya barışı adına oldukça yıkıcı ve dramatik bir tablo üretmeye devam etmektedir. Milenyumun ilk çeyreğinde Avrupa'da "yabancı düşmanlığı" ve nedensiz ve patolojik bir korku olan "İslam düşmanlığı" olgusu yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Avrupa'da 1990'lı yılların başında popülerlik kazanmaya başlayan ve İslam'a ve Müslüman nüfusa karşı ayrımcılığa işaret eden İslam düşmanlığının, özellikle 11 Eylül sonrası dönemde "kamusal alanda tartışmalı bir kavram" haline geldiğine tanıklık edilmiştir. Bu küresel terör şiddetinin peşi sıra, kesintisiz bir savaş durumu; ağır insani trajediler, büyük sosyal yıkımlar; yeni sömürge düzenleri; kitlesel ölümler ve ağır kaygı ve korkular vuku bulmaya başlamıştır.
Kuşkusuz, tarihsel bir kırılmaya tekabül eden 11 Eylül hadisesi sonrasında daha sofistike biçimde yeniden üretilen küresel korku emperyalizminin en ağır bilançosu Müslüman coğrafyalarda ortaya çıkmıştır. Zira, düşmanlaştırılan ve ötekileştirilen yeni yüzyılın korku özne/leri İslam ve Müslümanlar olarak yerini almıştır. Modern zamanlarda çeşitlenen korku türlerinden birisini oluşturan İslam düşmanlığı, sistematik biçimde 'ayrımcılığa tabi tutmak, kamusal alandan soyutlamak, dışlamak ve ötekileştirmek' suretiyle üretilen bir husumet dili/söylemi ve pratiği olarak karşımıza çıkmaktadır.
İslam düşmanlığı sosyal dışlanma ve çok kültürlülük ile ilgili konuları birbirine bağlayan siyasi ve akademik tartışmayı kolaylaştıran söylemsel ve retorik bir araç olarak görülebilir. Kavramsal içerimi açısından analiz edildiğinde ideolojik biçimde üretilmiş olan bu akıl dışı yapay korkunun kökeninde, 'ötekileştirme; ön yargı; ayrımcılık; faşizan dışlama; ırkçılık ve farklı biçimleri ile şiddetin' yer aldığı görülmektedir. Bütün bu görünüm biçimleriyle İslam düşmanlığı ulusal ve/ya uluslararası müktesebatın temel değer ve ilkelerine de aykırılık teşkil etmektedir. Nitekim bizatihi bu türden kötücül söylem, tavır ve tutumlar ayrımcılık ve nefret suçu kapsamında değerlendirilmektedir.
Öyle ki Birleşmiş Milletler (BM) Din ve İnanç Özgürlüğü Özel Raportörü tarafından 13 Nisan 2021 tarihinde yayımlanan Raporda Müslümanlara yönelik şüphe, ayrımcılık ve açık nefretin "salgın boyutlarına" ulaştığı açık bir biçimde vurgulanmaktadır. Ülkemizin uluslararası arenada İslam düşmanlığı ve İslam'a yönelik hoşgörüsüzlükle mücadelede etkin rol oynaması ve bu alanda mücadele etme noktasında kilit bir aktör olması neticesinde 2022 yılında BM Genel Kurulu tarafından 15 Mart "Uluslararası İslamofobi ile Mücadele Günü" olarak deklare edilmiştir. 12 Temmuz 2023 tarihinde de BM İnsan Hakları Konseyi Kur'an-ı Kerim'e yönelik saldırıları "dini nefret" olarak nitelendirmiştir. 25 Temmuz 2023 tarihinde BM Genel Kurulunda, dini inançları nedeniyle kişilere ve kutsal kitaplar ile dini mekânlara yönelik her türlü şiddeti, uluslararası hukukun ihlali olarak tanıyan karar tasarısı oy birliğiyle kabul edilmiştir. Kararda, dinleri veya inançları nedeniyle kişilere yönelik her türlü şiddet eyleminin yanı sıra kişilerin dini sembollerine, kutsal kitaplarına, evlerine, iş yerlerine, mülklerine, okullarına, kültür merkezlerine ve ibadethanelerine yönelik şiddet eylemleri uluslararası hukukun ihlali olarak nitelendirilmiş ve şiddetle kınanmıştır (Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, A/HRC/53/L.23).
Söz konusu olumlu gelişmelere rağmen Müslümanlara ve İslam dinine yönelik gerçekleştirilen, toplumsal barış ve huzuru tehdit eden faşizan saldırılar gündemde sıklıkla yer almaya devam etmektedir. İnsanlığın kutsal değerlerine yönelik arkaik şiddeti himaye eden faşizanlığın ürettiği nefret söylemi/suçuyla vuku bulan Kur'an-ı Kerim yakma eylemleri, sistematik biçimde norm-değer yıkımına yol açmaktadır. İnsan onurunu ve kutsal değerleri hedef alan ve arkaik faşizan söylem, tutum ve eyleme dönüşen Kur'an-ı Kerim'i yakma provokasyonları, çoğulculuğun esas alındığı demokratik siyasal toplumlarda şiddeti, yabancı düşmanlığını ve ötekileştirmeyi körüklemektedir. Müslümanlara yönelik nefret söylemi ve İslam düşmanlığını apolitik bir dil ve fobik bir tutuma dönüştüren Garp uluslarının kamusal otoritelerinin bu türden provokasyonlara kayıtsız kalması da derin bir akıl tutulmasının göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Öyle ki bu türden provokatif eylemler, Avrupa'nın kurucu temel değerlerine içkin "insanlık onuru, eşitlik ve dinsel farklılıklara saygı" gibi demokratik siyasal pratiğin temel parametrelerine olan güveni de zedelemektedir. Avrupa değerlerinin temsiliyeti noktasında öne çıkan Danimarka ve İsveç gibi ülkelerin bu türden faşizan eylemlere kayıtsız kalmak suretiyle şiddet arkaizmine imkan sağlaması bu değer bütünlüğünün yıkımına dair endişeleri giderek derinleştirmektedir. İslam düşmanlığı tehlikesinin artmasına yol açan bu türden provokatif eylemler hiçbir biçimde ifade özgürlüğü kapsamına girmemektedir. Nitekim ifade özgürlüğü, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 10'uncu maddesinin ikinci fıkrasında da belirtildiği üzere bazı koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilmektedir. Provokatör kişi/gruplar tarafından Kur'an-ı Kerim yönelik gerçekleştirilen İslam karşıtı eylemlerin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceği aşikardır.
Sistematik biçimde gerçekleştirilen bu türden faşizan eylemler, kamusal özgürlükler alanını olabildiğince sınırlandıran korku iklimine yol açmaktadır. Toplumsal alanda hoşgörüsüzlük hali üretmek suretiyle kronikleşen bir kaygı durumunun da yaratıldığı görülmektedir. Üretilen korku hegemonyası ile tezahür eden İslam'a ve Müslümanlara yönelik olumsuz imajın onarılması amacıyla bütün küresel insan hakları kurum ve aktörlerine daha barışçıl, adil ve eşitlikçi bir dünya düzeninde kişilerin ırkı, dini, siyasi ve felsefi görüşü nedeniyle ayrıştırılmadığı ve ötekileştirilmediği bir global düzenin tesisi noktasında büyük bir sorumluluk düşmektedir.