Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerinde yakın zamanda oluşan olumlu havayı güçlendirme amacıyla, AB Konseyi Başkanı Charles Michel ile Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen 6 Nisan'da Ankara'ya önemli bir ziyaret gerçekleştirdi. Ancak Külliyede görüşmenin yapıldığı salona Leyen'den önce giren Michel'in protokol düzenine göre Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın karşısındaki koltuğa oturması, Leyen'in ise Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun karşısındaki kanepeye oturması kasıtlı şekilde çarpıtılarak Türkiye aleyhinde gündem oluşturuldu.
Olayın gerçek yüzü
Konuyla ilgili Avrupa kamuoyunda çıkan ilk haberlerde Türkiye'nin oturma düzenini bilinçli olarak bu şekilde yaptığına dair dezenformasyon odaklı bazı haberler yapıldı. Ancak olayın gerçek yüzüne bakıldığında bu oturma düzeninin açıkça AB yönetiminin talebi üzerine yapıldığı ortaya çıktı. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu konuyla ilgili yaptığı açıklamada diplomatik teamüller uyarınca ziyarette uygulanan protokolde AB tarafının taleplerine uyulduğunu ifade etti. AB Konseyi Başkanı Michel ise ziyarette her şeyin kurallara uygun olduğunu söyledi. Leyen'in selefi Jean-Claude Juncker da protokol gereği Türkiye'nin herhangi bir sorumluluğunun olmadığını belirtti.
AB başkanları nezdinde yaşanan bu koltuk meselesiyle ilgili somut gerçeklikleri göz ardı eden bazı kesimler konuyu bağlamından çıkartmaya ve Türkiye'ye yönelik dezenformasyon kampanyalarına devam ettiler. Hatta bunu kısa süre sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan'a dair bir karalama kampanyasına dönüştürdüler. Böylesi günübirlik siyasi çabalarla bu kesimler aslında Türkiye aleyhinde suni bir gündem oluşturarak Türkiye-AB ilişkilerine zarar vermeye ve Avrupa siyasetindeki Erdoğan karşıtlığını güçlendirmeye çalıştılar. Ancak bu çabaları boşa çıktı. Çünkü olayın iç yüzünün ortaya çıkması üzerine, ana akım Avrupa medyasının önde gelen medya kuruluşlarından Alman Der Spiegel ile Fransız Le Monde bile Ankara'daki protokol olayında, Türkiye'nin herhangi bir sorumluluğunun bulunmadığını kabul etti. Bazı üst düzey Fransız ve İtalyan diplomatlar da benzer yaklaşımdan hareket ederek tüm sorumluluğun AB'de olduğunu söylediler. Daha da önemlisi Michel ve Leyen Türkiye ziyaretlerinde yaşanan protokol olayına benzer sorunların bir daha ortaya çıkmaması için yeni bir iş planı üzerinde çalıştılar. Sadece bu gelişme bile Ankara'daki koltuk meselesinin açıkça AB içindeki kurumsal güç mücadelesine dayandığını gösteriyor.
Draghi'nin popülist siyaseti
Diğer taraftan Şubat'ta göreve başlayan İtalya Başbakanı Mario Draghi, bu suni koltuk meselesiyle ilgili 8 Nisan'da mesnetsiz bir açıklama yaptı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'a "diktatör" iftirasında bulundu. Bu konuyu değerlendirmeden evvel Draghi'nin siyasi geçmişine kısa da olsa bakmakta yarar var. Bu bağlamda Draghi'nin öncelikle 2011-2019 arasında Avrupa Merkez Bankası başkanlığı yaptığı dönemde Avrupa siyasetinin ve ekonomisinin önde gelen isimlerinden biri olduğunu belirtmek gerekiyor. AB üyesi ülkelerin ekonomik darboğaza girdiği 2008 krizi sonrasında attığı adımlardan ötürü "Süper Mario" olarak adlandırılan Draghi ile ilgili bu dönemde olumlu bir algı oluştu. Bankadaki görev süresi sona erdikten sonra ise İtalya'ya dönen Draghi bir süreliğine emekliye ayrıldı. Ancak bu emeklilik uzun sürmedi ve bu yılın başında İtalya'da Giuseppe Conte'nin liderlik ettiği koalisyon hükümetinin bozulmasıyla başlayan siyasi krizde yeni hükümetin liderliği için adı geçti. Beklendiği gibi de Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella'nın davetiyle Şubat'ta çoğunluğu teknokratlardan oluşan yeni bir hükümeti kurmakla görevlendirildi. Yani "Süper Mario" halkın oylarıyla değil cumhurbaşkanının atamasıyla göreve geldi. Dolayısıyla Draghi'nin toplum nezdindeki popülerliği ve meşruluğu konusunda ilk günden beri ciddi tartışmalar bulunuyor.
Aslına bakılırsa Draghi'nin Cumhurbaşkanı Erdoğan'a attığı "diktatör" iftirasını daha önce farklı ülkelerdeki bazı mecralar da atmıştı. Sadece yakın tarihe baktığımızda örneğin Alman Bild gazetesi, Fransız Le Point dergisi, eski Yunan Savunma Bakanı Panos Kammenos ve Hollandalı aşırı sağcı Geert Wilders; Cumhurbaşkanı Erdoğan'a yönelik benzer iftiralarda bulunmuştu. Buradan hareketle Avrupa siyasetinde Erdoğan karşıtlığı üzerinden sık sık popülist bir siyaset diline başvurulduğunu söyleyebiliriz. Burada önemli bir bilgi olarak ifade etmeliyiz ki kurumlar ve siyasetçiler özellikle çıkmaza girdikleri dönemlerde bu siyaset diline başvururlar. Amaçları ise hedef aldıkları kişiyi ya da grubu zan altında bırakmak ve bunu yaparken de kendi siyasi imajlarını güçlendirmektir. Haliyle popülizm basit ve günübirlik bir siyaset tarzıdır.
Draghi'nin amacı farklı
Asıl konuya gelirsek Draghi aslında böylesi sıradan ve mesnetsiz bir açıklamayla bir yandan İtalya'nın koronavirüs aşısı stokladığına dair iddiaları Avrupa gündeminden düşürmeye diğer yandan iç siyasette kendi popülerliğini artırmaya ve gücünü tahkim etmeye çalıştı. Yani kendisi ve hükümeti üzerindeki baskıyı azaltıp Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan üzerinden suni bir gündemle hedef şaşırtmayı amaçladı. Ancak yirmi yıldır halktan aldığı destekle meşru şekilde görevine devam eden Cumhurbaşkanı Erdoğan'a karşı Draghi gibi atanmış birinin böylesi bir açıklama yapması en hafif tabirle komik bir durum. Nitekim Draghi'nin mesnetsiz iftirasının kendi ülkesinde bile çok fazla ciddiye alınmadığını gördük. Hatta ülkenin önde gelen gazetelerinden La Stampa bile konuyla ilgili hazırladığı kapsamlı haberde "Leyen, Ankara'daki zirve sırasında yaşanan durumla ilgili Türk yetkililerin anlatımına inanıyor" ifadelerine yer verdi.
Bunların yanı sıra Draghi'nin Cumhurbaşkanı Erdoğan'a yönelik bu mantık dışı benzetmesinin, uzun zamandır ciddi bir sorununun yaşanmadığı Türk-İtalyan ilişkilerine de zarar verdiğini de belirtmek gerekiyor. Burada Avrupa genelinde koronavirüs salgınından en ağır etkilenen ülkelerden İtalya'ya, AB üyesi ülkelerin dahi yardım etmediği bir dönemde Erdoğan yönetimindeki Türkiye'nin hiç tereddüt etmeden daha salgının ilk günlerinde yardım elini uzatan nadir ülkelerden biri olduğunu hatırlatmakta fayda var. Dolayısıyla İtalya'nın atanmış başbakanının Türkiye'nin seçilmiş cumhurbaşkanına yönelik böyle çirkin bir iftirada bulunmadan evvel aslında hem olayın arka planını araştırması hem de Türkiye'nin zor zamanda ülkesine yaptığı yardımları dikkate alması gerekirdi.
Netice itibarıyla AB başkanlarının Ankara ziyaretinde yaşanan protokol meselesiyle ilgili illa bir sorumlu aranıyorsa o sorumlu kati surette Türkiye değildir. İç siyasette kendi imajını güçlendirmeye çalışan İtalya Başbakanı Mario Draghi'nin "diktatör" iftirasıysa son yıllarda Avrupa siyasetinde yerleşik hale gelen ve Erdoğan karşıtlığı üzerine inşa edilen popülist siyaset tarzının yeni bir tezahürü olarak görülmelidir.