AK Parti'ye yönelik muhalif düşünce dünyasının üç farklı hikayesi var. Bunlardan ilki, AK Parti'li muhaliflerin dillendirdiği Kemalistleşme hikayesi. Bu hikaye bir taraftan AK Parti'yi aciz göstermeye çalışmakta diğer yandan da partinin kendi toplumsal tabanına yabancılaştığı fikrini işleyerek tabanda bir kopuş yaşanması için yol yapmaktadır. Bu hikayeye göre AK Parti özellikle 15 Temmuz sonrasında devleti dönüştürmek yerine devlete yani Kemalizm'e teslim oldu. Kemalizm'e teslim olmak şeklinde çerçevelenen MHP ve devlet içerisindeki ulusalcı gruplarla kurulan ittifak ilişkileri AK Parti'yi derin bir siyasi krize soktu. Bu ittifak neticesinde bir yandan AK Parti eski reformist ufkunu kaybederek statüko tarafından yutuldu, diğer yandan da toplumsal tabanı "şehirli" muhafazakar-dindarlar ve AK Parti'yi destekleyen Kürt seçmenlerin yabancılaşmasıyla erime trendine girdi. AK Parti hem idealler hem de rakamlar düzeyinde kaybetmeye başladı. Muhaliflere göre krizden çıkışın yolu, AK Parti'nin devlete ve devlet adına konuştuğuna inanılan siyasi aktörlere mesafe koyarak ve yeni müttefikler bularak eskiden olduğu gibi siyasi düzene direnen bir parti olarak hayatına devam etmesidir. Reformist ruhun korunması ve toplumsal tabanın muhafaza edilmesi bu şartlara bağlıdır.
Siyaseti "devlet için mücadele" olarak görmek yerine, "devletle mücadele" olarak gören bu tezin en önemli çelişkisi bir yandan devleti ya da siyasi iktidarı Kemalizm ile özdeşleştirip diğer yandan reform yapılması gerektiğini vurgulaması. Şayet Kemalizm ile devlet arasında mutlak ve değişmez bir özdeşlik varsa, siyasi-toplumsal reform ve yeni düzen inşa çabalarının bir anlamı olabilir mi? Reformun özünü devletin Kemalizm'den ayrıştırılması ve devletin toplumsal merkezle uyumlu bir zihniyete ve pratiğe kavuşturulması oluşturmaktadır. Devleti dönüştürmeden siyaseti dönüştürmek ve muhafazakar-dindar kesimin özgürlüklerini muhafaza etmek mümkün değildir. Maalesef devletin Kemalist toplumsal kesimlere zimmetli olduğuna inanan bu edilgen bakış açısı ne devletin reflekslerindeki önemli değişimleri ne de Kemalist olarak kodlanan aktörlerin yeni şartlara adaptasyon sürecinde yaşadığı dönüşümleri görebilmektedir. Devletle birlikte "eski" Türkiye aktörleri de "yeni" Türkiye'ye göre şekillenmektedir. Bu dönüşümü engellemek isteyen CHP'nin dahi siyasette yeni yollar aradığına, meşhur sağ açılımlarını esastan yapmaya başladığına şahitlik etmekteyiz.
AK Parti üzerine bir diğer muhalif hikaye ise Kemalist dönemden AK Parti dönemine geçişin demokratikleşmeyle değil, rekabetçi otoriter bir rejimle sonuçlandığı dillendiriyor. Buna göre, Kemalist dönem seçilmiş siyasetçiler üzerinde veto yetkisine sahip vesayetçi kurumların olduğu otoriter bir dönemdi. AK Parti bu vesayetçi yapıyı büyük mücadeleler sonucu çözdü. Ancak Kemalizm'in düşüşünden sonra ortaya çıkan yapı demokratik bir yapı olmadı. Yeni düzen AK Parti'nin devlet kurumlarını kendi lehine kullandığı, siyasi rakiplerine demokratik mücadele alanını kapattığı ve muhalifler üzerinde çeşitli şekillerde baskı kurduğu otoriter bir düzen oldu. Çoğulcu yapının baskılandığı ve demokrasinin seçimlere indirgendiği bir düzen ortaya çıktı. Bu görüşe göre, düzenin demokratik olarak tanımlanabilmesi için devletin tarafsız olması ve siyasi alanda gücün olabildiğince parçalanması yani son kertede hiçbir aktörün gücü kendisinde toplayarak iktidar olamadığı çoğulcu bir siyasi ortamın ortaya çıkması gerekiyordu.
Gerçekten de modern demokratik siyasetin alamet-i farikasının iktidar alanının ilanihaye hiç kimseye ait olmamasıdır. Modern siyaset de toplumun gözü önünde açıktan sergilenen bir iktidar mücadelesidir. Bu iktidar mücadelesini modern kılan husus mücadelenin hiçbir şekilde sona ermemesi ve iktidarın herkese açık olmasıdır. Ancak burada şöyle bir risk söz konusudur: Çoğulculuğun ve açıklığın abartılması siyasi iktidar alanının sadece içeriğinin değil, bizzat kendisinin de yok edilmesiyle sonuçlanabilir. Bu, somut olarak siyasi iktidarın egemenliğin sahibi olan milletten ve temsilcilerinden alınarak kimseye ait olmayan soyut bir hukuka (hukukun üstünlüğü ilkesi) verilmesi anlamına gelmektedir. Evrensel olarak addedilen hukukun belli bir sınıf ve ideolojiye sahip aktörlerin çıkarına çalışıp çalışmadığı ise büyük bir soru işaretidir. Kesin olan şudur ki, siyasi iktidarın ve milli iradenin üstüne başka bir irade koymak demokratik siyasetin yok edilmesi anlamına gelir.
AK Parti'ye yönelik rekabetçi otoriterlik eleştirisinin temel çıkmazı bu noktada belirmektedir. AK Parti 19 yıl boyunca adil ve serbest seçimler yoluyla iktidar konumuna geldi ve burada tutundu. Bu süreçte, toplumsal alanları ve yapıları modern demokratik norma aykırı olmayacak şekilde gücü yettiğince kendi lehine şekillendirmeye çalıştı. Medya, sermaye ve kültür alanında laikçi tekeli kırıp çoğulculuğu sağlamaya ve yer yer de kendi hakimiyetini kurmaya çalıştı. Açılım sürecinde de gözlemlediğimiz üzere muhatapları şiddete başvurmadığı sürece toplumu zora başvurmadan rızayla dönüştürmeye ve kendi ekseninde tutmaya çalıştı. AK Parti Kemalist rejimde olduğu gibi siyaset-dışı kurumlar yoluyla siyaset üzerinde vesayet kurmaya ve iktidarı anti-demokratik yollarla tekeline almaya çalışmadı. İddia edildiği gibi eski Türkiye'yi anımsatır şekilde, AK Parti'nin devleti ele geçirdiği, muhaliflerin de seçim kazanıp siyasi iktidarı elinde tuttuğu ve AK Parti'nin siyasi iradeye ülkeyi yönettirmediği ve iktidarı devretmeye direndiği bir durumla karşılaşmadık. Muhalefeti kamuoyu önünde iktidar mücadelesi vermekten alıkoyacak düzenlemelerin yapılması da söz konusu değildir. Bu noktada özellikle Cumhurbaşkanlığı sistemine yönelik eleştiriler yükselmektedir. Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemi toplumsal merkezi ya da milli iradeyi siyasetin merkezine koymanın ötesinde ülkede bir değişiklik getirmemiştir. Eskiden daha güçlü olan bürokrasi ve sermaye gibi aktörler görece zayıflarken, toplum ve siyaset kurumu güçlenmiştir. Cumhurbaşkanlığı sistemi siyaset alanındaki herhangi bir parti ya da aktöre kategorik olarak bir ayrıcalık sunmamaktadır. Tüm siyasi aktörler iktidara eşit uzaklıktadır. En yüksek toplumsal desteği alan siyasi aktör iktidara uzanabilmektedir.
Dolayısıyla rekabetçi otoriterliği somutlaştırdığı iddia edilen muhalefetin dezavantajlı konumu ya da mücadele şartları demokrasinin çiğnenmesinden değil, AK Parti'nin muhalefete oranla siyaseti daha iyi becermesinden kaynaklanmaktadır. AK Parti'nin güçlü, muhalefetin ise zayıf olması bir demokrasi eksikliği sorunu değildir. Muhalefetin dezavantajlı konuma itildiği iddiaları muhalefetin güdüklüğünü ve beceriksizliğini kapama işlevi görmektedir. Öte yandan, bu iddialar ülkedeki demokratikleşmeyi ve sosyolojik eşitlenmeyi hazmedemeyen seçkinci çevrelerin stratejik hamleleri olarak da görülmelidir. Şayet demokratik normlara riayet ederek kendi lehine şartlar yaratmak meşru ve kabul edilir değilse, siyasi aktörler neyin mücadelesini vermektedir?
AK Parti'ye yönelik başka bir muhalif hikaye ise AK Parti'nin ülkeyi küresel neo-liberal hegemonyaya entegre ettiği iddiasını öne sürüyor. "Pasif devrim" olarak adlandırılan bu süreç, neo-liberal düzeni değiştirme potansiyeli olan geniş toplumsal kesimlerin AK Parti aracılığıyla sistem tarafından yutulduğu tespitine dayanıyor. Esasında Türkiye'nin küresel düzen içerisinde bir "çevre" ülkesine dönüşmesi 19. yüzyılın başlarına kadar uzanmaktadır. Bu dönemde başlayan çevreleşme süreci 20. yüzyılda hız kazanmıştır. 21. yüzyılda ise bu süreç kırsal kesimin şehirlere göçmesinin nihayete ermesi ve ekonominin tamamıyla küresel alana entegre edilmesiyle tamamlanmıştır. Bu noktada AK Parti'yi kendisinden önceki iktidarlardan ayrıştıran husus entegrasyonun toplumun henüz "küreselleşmemiş" geniş kesimlerini kapsaması ve üst-yapıda konumlanan ideolojinin laikçilikten muhafazakâr-dindarlığa kaymış olmasıdır. Buna göre, AK Parti'nin öne sürdüğü Türkiye'nin ulusal alanda demokratikleşme, yani milletin iradesinin sermayeye hâkim kılınması ve uluslararası alanda emperyal güçlerden ve küresel güç odaklarından otonomlaşması iddiaları bir aldatmacadan ibarettir. AK Parti'nin "Demokratik ve Büyük Türkiye" yaratma iddiası gerçeği yansıtmamaktadır.
Türkiye'nin diğer tüm ülkeler gibi küresel ekonomik sisteme entegre olduğu bir gerçek. Ancak bu entegrasyonun tamamıyla toplumun ve ülkenin özneliğini ve bağımsızlığını sonlandırdığı iddiası ise oldukça abartılı. Bunun en açık göstergesi Türkiye'nin bir süredir küresel finans merkezleriyle sürtüşme yaşıyor olması. Şayet AK Parti iktidarında Türkiye iddia edildiği ölçüde özneliğini ya da iradesini kaybetmiş olsaydı bu sürtüşmenin yaşanma ihtimali de olmazdı. Çünkü bu hikâyeye göre Türkiye'nin küresel finans merkezleri ve emperyalist güçler ne istiyorsa sorgu sual etmeksizin yerine getirmesi gerekirdi. Burada gerçekte yaşanan şey, Türkiye'nin AK Parti ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde küresel ekonomik ve siyasi sistem içerisinde kendisine yukarılarda yer arama çabası içerisinde olmasıdır. Küresel merkezlerle yaşanan güncel sürtüşmelerin arka planında Türkiye'nin bu revizyonist hamlesi bulunmaktadır.
Bu hikayenin en önemli iddialarından biri olan AK Parti'nin temsil ettiği muhafazakâr-dindarlığın "gericilik" olduğu ve bunun da emperyalizme kaçınılmaz olarak hizmet ettiği iddiası ise başlı başına deli saçmasıdır. Yerli-milli görüşün temelini teşkil eden muhafazakar-dindarlık Türkiye'nin kendisini kendi gözünden görmesine ve otonomi mücadelesinde kendisini küresel güçlerden ayrıştırmasını olanak sağlamaktadır. Tam tersine Aydınlanmacı zihniyetin Batı-merkezciliği Türkiye'nin uzun yıllar iddiasız ve norm takip eden bir ülke olarak kalmasına yol açmıştır. Türkiye özüne döndükçe otonomi mücadelesi de daha mümkün hale gelmiştir.
AK Parti 19 yıllık siyasi serüveninde Kemalistleşmeden devletle etkileşim içerisinde olmanın, otoriterleşmeden siyasi iktidar mücadelesi vermenin ve bağımsızlığından vazgeçmeden küresel ekonomik ve siyasi sistemle ilişki kurmanın mücadelesini vermiştir. AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye'ye yeni bir vizyon çizmiştir. Bu vizyonunun köşe taşlarını yerli-milli siyaset, milli irade ve tam bağımsız Türkiye ilkeleri oluşturmaktadır. Küresele karşı yerli-milli olanı, diğer tüm iradelere karşı milli iradeyi ve Batıcı ya da Avrasyacı jeopolitik görüşlere karşı Türkiye-merkezli bir jeopolitikayı ön plana çıkarmaktadır.