Türkiye'de siyasi tartışmalarda çoğu zaman oldukça ironik bir durumla karşılaşıyoruz. Bu durum tam olarak şu: Sürekli bilim ve akla atıfla tartışmalarda pozisyon alanların siyasete bakış açısının bilimsel ve akli olmaktan çok uzak olması. Özellikle konu İslam ve yerli-milliliğe ilişkin meseleler olduğunda bu kesimlerin bilim ve akıldan daha da uzaklaştığına şahit oluyoruz. Alman düşünür Max Weber'e atıfla söyleyecek olursak, siyasete bilim ve akılla yaklaşmak siyasetin iktidardan pay almak veya güç dağılımını kendi lehine etkilemek için verilen bir mücadele olduğu gerçeğinin kabul edilmesiyle mümkündür. Dolayısıyla, herhangi bir siyasi meselede bilime ve akla dayanarak pozisyon almak güç siyasetini merkeze yerleştirerek olur. Siyasetçiler tarafından alınan kararların veya üretilen politikaların bilimsel ve akla uygunluğu, özellikle uluslararası siyaset düzeyinde ele alındığında, ülkenin gücünü artırıp artırmadığı kriterince belirlenir. Sıklıkla duyduğumuz "Batı'dan kopmak," "laik rejimi sona erdirmek" ve "Cumhuriyet değerlerine savaş açmak" gibi argümanlar bilimsel ve akli olmaktan uzaktır. Çünkü bu argümanların dayandığı zemin bilim ve akıl değil, Batıcı-laikçi ideolojidir. Bu ideoloji özetle biz şunu söyler: Batı'ya benzersek ve Batı'yla birlikte hareket edersek daha güçlü oluruz. İdeolojiler siyasetin gerçekleri üzerine kalın bir perde çekerler. Meselelerin bilimsel ve akli olarak tartışılmasını engellemekle kalmayıp ideolojik saplantılarla hareket eden ve çoğu zaman da başarısız olan siyaseten ahmak aktörler üretirler. Batıcı ideolojiyle hareket eden Türkiye'nin vardığı nokta her konuda dışa bağımlı ve zayıf bir devlet olmaktan başka bir şey olmamıştır. Uğruna kendi varlığımızdan vazgeçtiğimiz Batı gerektiğinde üzerimize terör örgütlerini salmakta bir beis görmemiştir.
Ayasofya'nın tekrardan asli hüviyeti olan camiye dönüştürülmesi meselesinde bu ahmaklığa yakından şahit olduk. Ayasofya'nın cami olarak açılması kararını alan mevcut siyasi iktidar bunu "ülkenin egemenlik hakkını kullanması" şeklinde tanımladı. Kararın egemenlik meselesi olarak görülmesi kararın ideolojik değil siyasi ve de bilimsel olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda, egemenliğe yapılan atıf siyasi iktidarın bu kararın ülkenin uluslararası güç mücadelesinde elini güçlendireceğini düşündüğüne işaret etmektedir.
Siyasi iktidarın aldığı bu karara yöneltilen eleştiriler ve itirazların nerdeyse hiçbiri meseleyi bilim ve akıl zemininde ele almadı. Bilimsel olmaya en fazla yaklaşanlar diğer devletlerin misilleme yaparak yurtdışındaki camilere zarar vereceğini dile getirdiler. Bu iddianın sahipleri zaten cami olan bir yapının tekrardan camiye dönüştürülmesi ile camilerin başka bir mabet ya da yapıya dönüştürülmesi arasındaki devasa ayrımı göz ardı ettiler. İlkinin meşru bir hamle olduğu, ikincisinin ise böylesi bir kararı alan devleti marjinalleştireceği gerçeği görmezden gelindi. Aynı zamanda, Ayasofya'yı cami olarak açmak gibi büyük bir hamlenin ülkenin uluslararası alanda caydırıcılığını artıracağı ve misillemelerin önüne geçeceği unutuldu. Ayasofya kararından önce dünyada Müslümanlara ve Müslümanların mabetlerine sanki saldırı yapılmadığı gibi hatalı bir varsayımdan hareket edildiğini ise söylemeye gerek yok. Bu saldırıların nedenine dair bir tartışma yapılacaksa şayet, saldırıların Müslümanların otonom ve cüretkâr hamlelerinin bir sonucu olmaktan çok, zayıf ve saldırıya açık durumda olmalarının bir sonucu olduğunu söylemek gerekir. Siyasi bir örgütlenmeye sahip olmamak Müslümanları kolektif olarak saldırıya açık hale getirmektedir. Kolektif olarak tikel milliyetçi kimliklerini köpürtüp Müslüman kimliğin taşıyıcısı olduklarını kendilerine unuttursalar da karşılarındaki güçler unutmamaktadır. Tek tek bireyler olarak olabildiğince bireyselliklerini öne çıkararak hareket etseler bile yine de bir şekilde "öteki" olarak kodlanmalarına yol açan Müslüman kimliğinden sıyrılamamaktadırlar. Örneğin, Orhan Pamuk'u bir birey ve romancı olarak önemli kılan her fırsatta sıyrılmaya çalıştığı Müslüman kimliğidir. Batı-İslam farklılaşması olmasaydı, Pamuk'un bu farklılaşmanın sürtüşmeye dönüştüğü kriz anlarında kendisine mikrofon tutulan bir "özne" olması mümkün değildi. Son kertede Batı nazarında varlığını ve değerini İslam'a kafa tutmasına ve kendi yerelliğine olan yabancılaşmasına borçludur.
En fazla duyduğumuz itirazlar ise bu kararla birlikte ülkenin "Batı'dan koptuğu," siyasi iktidarın "Cumhuriyet rejimine savaş açtığı" ve "laiklikten vazgeçtiği" şeklindeki klişe ideolojik argümanlarca belirlendi. Bu argümanların tek tek ne denli boş olduklarını uzun uzadıya tartışmaya gerek yok. Yukarıda da belirttiğim gibi burada asıl mesele bu iddiaların bilimsel ve akli olmaktan uzak olması, ancak bu iddiaları dile getirenlerin ironik bir şekilde bilim ve akıl adına konuştuklarını her fırsatta dile getirmeleri.
Bilimcilik ya da laikçilik olarak adlandırabileceğimiz bu ideoloji öyle yaygın ve güçlü bir zemine sahip ki ülkede siyasetin bilimsel ve objektif bir şekilde tartışılmasının önüne geçiyor. Bu ideolojik yaklaşım kolektif bir ahmaklık ve aşılmaz bir siyasi kutuplaşma sorunu üretiyor. Örneğin, Ayasofya kararıyla gündeme gelen hilafetin ilanı meselesi hemen laikliğe aykırılık üzerinden boğularak tartışılmasına müsaade edilmedi. Siyasi iktidar ihtiyatlı davranarak konuyu uzatmadı ancak buradaki mesele hilafetin objektif bir şekilde tartışılamamış olmasıydı. Hilafetin ilan edilmesi durumunda bunun ülkeye etkisi ne olur, Türkiye'nin uluslararası alanda eli güçlenir mi yoksa zayıflar mı sorularını soramadık. Tartışma bu sorular etrafında dönseydi ve karşılıklı iddialarla şekillenseydi gerçekten dağa taşa yazılı "en hakiki mürşit ilimdir" sözü fiiliyata geçmiş olabilirdi. Ama öyle anlaşılıyor ki mesele bilimsel olmak değil, bilimci olmak. Yani bilimi bir ideolojiye dönüştürüp iktidar mücadelesinde kendi lehine araçsallaştırmak ve kendi çıkarların için kullanmak. Yoksa bilimsel ve akli olduğunu iddia edip bilimsel düşünceden ve akıldan bu denli uzak olmanın bir açıklaması olamaz.
Yine, Ayasofya'nın cami olması kararının Cumhuriyet rejiminden ya da laiklikten neden vazgeçilmeye sebep olacağına dair bilimsel hiçbir argümana rastlayamadık. Sadece şöyle sakat bir denklemin ağırlığını hissettik: "İslam'ın ağırlığı artarsa monarşiye ve teokrasiye geri döneriz." Bu iddianın sahiplerinin şu soruya cevap vermeleri gerekir: Tamamı dindar insanlardan oluşan bir toplum cumhuriyet rejimiyle yönetilemez mi? Cumhuriyet rejiminin ayırt edici vasfı özünde yönetenler ile yönetilenler arasında aristokrasi ya da oligarşide olduğu gibi herhangi bir kategorik ayrım görmemesidir. Birbirini eşit ve özgür olarakkabul eden bireylerin kendi kendilerini yönetmeleridir. Toplumun dindarlaşması ya da dinin kamusal alanda belirleyici hale gelmesi cumhuriyetin bu kurucu ilkesini ihlal etmek zorunda mıdır? Şayet İslamofobik değilseniz –İslamofobik görüş dindar insanların hiçbir şekilde özgür bireyler olamayacağı ve diğerlerini kendilerine eşit kabul etmeyecekleri safsatasına dayanır– İslam ile cumhuriyet rejimi arasında ilkesel olarak bir çelişki görmezsiniz. Aşkın bir hakikate inanmanın insanı özgür birey olmaktan alıkoymak bir yana özgür birey olmanın ön şartı olduğunu burada not etmek gerekir. Çünkü aşkın hakikat insanın kendisine mesafe koymasını mümkün hale getirir ve kendisine mesafe koyamayan da özgür değil, sadece kendisine karşı sorumlu (yani sorumsuz) bencil bir birey olur. Aynı şekilde, müminlerin kendi içlerinden birisini halife olarak tayin etmeleri ona eşitlik ilkesini zedeleyecek üst bir statü sunduğu anlamına gelmez. Elbette tarihte pratikte burada bahsedilenlere ters durumlar ortaya çıkmıştır ancak burada mesele ettiğimiz şey idealde ve ilkesel olarak İslam ile cumhuriyet rejimi arasında yapısal bir çelişki olup olmadığıdır.
Tam tersine, "cumhuriyet elden gidiyor" yaygarası koparanların cumhuriyet rejimiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir rejimi savunduklarına ve uyguladıklarına yıllarca şahit olduk. Cumhuriyet karşıtlığı sadece pratikte kendisini göstermedi, idealde ve düşüncede de sürekli olarak var oldu. Toplumun çoğunluğunu oluşturan kitleleri eğitilmesi ve dönüştürülmesi gereken bir nesne olarak gören, yani toplumu keskin bir şekilde yönetenler (modernleştirici dönüştürücüler) ve yönetilenler (dönüşmeleri gerekenler) şeklinde iki kompartmana bölenler ne yazık ki kendilerine cumhuriyetçi diyenlerdi. Cumhuriyetçi olduğunu iddia edenlerin kafasındaki rejimin gerçekteki karşılığı dar bir azınlığın yönetimi olan oligarşiden başka bir şey değildi.
Laiklik meselesine gelecek olursak, laiklik özünde devletin farklı hayat tarzlarına sahip bireylere ya da topluluklara kendi inançlarına göre yaşayabilecekleri bir ortam sağlaması demektir. Bu açıdan bakıldığında, dinin toplumda etkisinin artmasının ya da azalmasının laikliğe doğrudan hiçbir etkisi olmaz. En fazla dinin toplumda hegemonik olması sonucunu doğurur ki, bu da otomatik olarak ladini ya da başka dinlere mensup birey ve grupların mutlaka baskı göreceği anlamına gelmez. Osmanlı uzun süre sürdürdüğü dini cemaatlerin özerkliği ve çoğulluğuna dayanan millet sistemiyle laik bir yönetim sergilemiştir. Bunda elbette imparatorluk yapısının etkisini de göz ardı etmemek gerekir. Ulus-devletlerle karşılaştırıldığında imparatorluklarda toplum siyasi iktidardan görece daha bağımsız ve otonomdur. Türkiye ulus-devlet yapısına geçtikten sonra yukarıda bahsettiğimiz şekliyle laiklik ilkesinin işlememesine şahit olmuştur. Devlet toplumu kaba güç kullanarak homojenleştirme ve dönüştürme misyonuna girişmiştir. Bu misyon sürdürülürken eldeki araç laik-milliyetçi kimlik olmuştur. Toplumdaki farklı gruplar laik-milliyetçi kimliğe göre tek düze bir yapıya zorlanmıştır. İronik bir şekilde rejimin laikçi politikaları laiklik ilkesinin altını oymuştur. Tüm bu baskılara rağmen dinin geri dönmesi hiçbir şekilde laikliğin elden gitmesi anlamına gelmez. Laikçilik için ise aynısını söyleyemeyiz. Dinin geri dönmesi elbette laikçiliğin zayıflaması, eski dayatmacı gücünden ve konumundan uzak olduğu anlamına gelmektedir.
Sonuç olarak, oturmuş toplumlar toplumsal ve yaşanan gerçeklikle kurumsal gerçekliği arasında belli bir örtüşmenin olduğu toplumlardır. Türk toplumu uzunca bir süre bu iki kategori arasındaki uyumsuzluk, yabancılaşma ve çatışma neticesinde oturmamış ve "parçalanmış" bir görüntü çizdi. Lakin neticede Kemalist devletin topluma doğal olmayan ve dışarıdan bir gerçeklik dayatması başarısızlıkla sonuçlandı. Günümüzde toplumun içinden çıkan siyasi aktörlerin devleti toplumsal gerçeklikle uyumlu hale getirerek ülkede normalleşmeye doğru adım atılmasına ön ayak olduğunu görmekteyiz. Toplumun gerçekliği ile devletin gerçekliği arasında bir örtüşme sağlanması süreci içerisindeyiz. Bu sürecin adı "cumhuriyet rejimiyle hesaplaşma" değil, laikçilikle hesaplaşarak cumhuriyet rejiminin gerçek manada tesis edilmesidir. Ayasofya kararına laikçi muhalefetin dişe dokunur bir itiraz geliştirememesi ve kararın geniş toplum kesimlerinde yarattığı coşku ve rahatlama hissi içinden geçtiğimiz bu süreci en iyi şekilde özetlemektedir.