Liberalizm ile İslamcılığı zorlama bir şekilde mezcederek bir siyaset dili geliştirmeye çalışan AK Parti'li muhalifler, AK Parti yönetimini eleştirmek adına parti tabanı ve partinin seslendiği toplumsal kesimleri etkilemeye yönelik farklı söylemler kullanıyor. Bunlardan biri AK Parti'nin Kemalistleştiği iddiası. Bu iddia bir yandan AK Parti'nin toplumun önceliklerinin yerine devletin önceliklerini koyduğu, yani güvenlikçi ve otoriter bir siyasete yöneldiğine vurgu yapıyor. Başka bir ifadeyle, "daha önce kulak verilen farklı toplumsal kesimlerin talepleri devletin âli çıkarları için göz ardı ediliyor" hatta "kaba güç kullanarak bastırılıyor" deniyor. Diğer yandan, AK Parti'nin özgürlükçü bir perspektiften ele aldığı İslami hassasiyetlere sahip siyasetini milliyetçi ve ulus-devletçi bir siyasetle değiştirdiği öne sürülüyor.
AK Parti'nin Kemalistleştiği iddiası, devleti Kemalizm ile eşitlemek, devletle kurulan her ilişkiyi sorunlu görüp Kemalistleşmek olarak tanımlamak ve AK Parti'nin yeni müttefiklerinin hiç değişmeden kaldığını düşünmek dolayısıyla oldukça problemli bir çıkarım. Bir zamanlar kulak kabartılan toplumsal taleplere sırt dönüldüğü iddiaları ise yakın tarihi yanlış okumaktan kaynaklanıyor. Bunun vardığı nokta, uzlaşmak ve ortak akıl üretmek gibi bir derdi olmayan ve kutuplaşmayı körükleyen muhalif siyasi aktörlerin yönlendirdiği toplumsal kesimlerin siyasi iktidara sağır kesilmesini görmemezlikten gelip ülkedeki gerginliğin faturasını Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti'ye kesmek.
Koro halinde "AK Parti fabrika ayarlarına dönmeli" diyen muhaliflerin en temel problemi siyaseti "devlet iktidarını sınırlandırma" mücadelesine indirgeyen liberal yaklaşıma çok fazla kredi açmaları. Sermaye ve kültürel iktidarı elinde tutan aktörler açısından –her ne kadar devletin alanını daraltmayı taktiksel değil, ilkesel bir tercih gibi sunsalar da– liberal siyaset makul bir stratejik tercih. Keza devlet iktidarının güçlenmesi sermaye ve kültürel iktidarı elinde tutanların alanının daralması anlamını taşıyor. En başından beri AK Parti ne büyük sermayenin ne de kültürel iktidarın dizginlerini elinde tutabildi. Bu iki alanda konumlanmış ve gücünü buralardan alan bir aktör olmadı. Bu açıdan AK Parti için devlet iktidarını sınırlandırmaya odaklı liberal strateji makul bir tercih değil. Devlet iktidarını sınırlandırma stratejisi 2000'lerin başında bürokrasinin siyaset kurumu ve milli irade üzerindeki vesayetini geriletmek için kullanıldı ve bürokrasinin kendi sınırlarına çekilmesiyle, yani karar verici konumundan siyasi iradenin kararlarını uygulayan icracı konumuna gerilemesiyle kullanışlılığını yitirdi.
AK Parti'nin iktidar mücadelesi verdiği rakipleri artık devlet bürokrasisinde değil, ekonomi ve kültür alanını kapsayan sivil toplumda konumlanıyor. Bürokrasideki ayrıcalıklı konumunu kaybeden muhalifler güçlerini sivil topluma kaydırdılar. Aynı zamanda yeni güç dengeleri eski Türkiye'nin sivil toplum ayağını daha aktif bir rol almak zorunda bıraktı. Birbirine pek de yakın durmayan muhalif ideolojik gruplar bir araya geldi. Bu durumda AK Parti'nin stratejisi öncelikli olarak bürokrasi ve siyasi iktidar üzerindeki kontrolünü konsolide etmek ve sivil toplum alanındaki rakipleriyle nasıl mücadele yürüteceğine yönelik taktikler geliştirmek etrafında belirlenmeye başlandı. AK Parti'nin 23 Haziran 2019 yerel seçimlerindeki kayıpları esasında rakip siyasi partilere verilmiş kayıplar olmaktan ziyade, kendisine mukavemet eden sivil toplum aktörlerine karşı verilmiş kayıplardır. Bu aktörlerle mücadele bürokratik oligarşi ya da muhalif siyasi partilerle verilen mücadeleden farklılaşmaktadır. Bu yeni mücadele dönemi, merkezinde şehirli orta sınıfı yörüngede tutmak olan gençlik, kadın, çevre, eğitim gibi belli başlı konularda rakip sivil toplum aktörleriyle yaşanan kapışma tarafından tanımlanabilir.
Bu mücadeleyi etkili bir şekilde yürütmenin yolu muhaliflerin öne sürdüğü gibi ne devlet ve iktidar eleştirisi yapmak ne de düşmanca davranan siyasi muhalif aktörlere kucak açmak. AK Parti ilk döneminde (2002-2011) hak ve özgürlükler temelinde demokratik talepleri, ikinci döneminde ise (2011-2020) demokratik kazanımların korunması ve ülkenin bekasının sağlanması taleplerini kendisine kanalize ederek iktidar konumuna geldi ve bu konumunu korudu. Eşiğinde olduğumuz üçüncü dönemde de toplumun kültürel ve ekonomik beklentilerini kendisine kanalize ederek iktidarını sürdürebilir. Bunun yolu da milli iradeye saygı ve otonom bir devlet olmak gibi kolektif ve yerli-milliliğe vurgu yapan beklentiler ile tecrübe edilen yaşamın kalitesinin kültürel ve ekonomik olarak yükseltilmesini talep eden bireysel ve kozmopolit beklentilerin belli ölçüde ve somut bir şekilde dengelenmesinden geçiyor.
Muhalefet bir süredir bu iki düzlem arasındaki ayrışmayı bir karşıtlığa dönüştürerek toplumda çoğunluğu kendisine çekmenin gayreti içerisinde. Adamakıllı bir kolektif bütünlük üretemediği için –bu minvalde en fazla içeriğinin ne olduğu belirsiz "demokratik cephe" çağrılarına rastlamaktayız– tikel ve bireysel tepkileri iktidara yönelterek kendisine alan açmaya çalışıyor. Bu bağlamda, son dönemde AK Parti iktidarının "gidici olduğu" tezinin sıklıkla işlendiğine ve AK Parti sonrasının "çok güzel olacağı"na dair psikolojik bir mücadele içerisine girildiğini de görmekteyiz. Bu psikolojik mücadeleye son günlerde eski AK Parti'li muhaliflerden de destek gelmeye başladı. Bu yeni söyleme göre Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Ayasofya'yı tekrar mabede dönüştürmek gibi büyük ve cüretkâr bir karara imza atmasının nedeni AK Parti iktidarının sonuna yaklaşmış olmamız. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 2023'te iktidarı kaybedeceğini anladığı ve bir an önce yapacakları listesindekileri –muhalifler "ölmeden önce mutlaka yapılacaklar listesi" anlamında İngilizcede yer alan "bucket list" ifadesini kullanılıyor– içinde uhde kalmaması için hayata geçirmek istediği iddia ediliyor.
Burada sorulması gereken soru şu: Ayasofya'nın cami olarak kullanılmaya başlanması kararı iktidarı kaybetme korkusunun mu yoksa iktidar olmanın verdiği öz güveninin bir sonucu mudur? Objektif bir analiz iktidarın verdiği öz güven iddiasının daha ağır bastığını söylüyor. Şayet iktidarı kaybetme korkusu Ayasofya kararını tetiklemiş olsaydı, Cumhurbaşkanı Erdoğan bunu AK Parti'nin iktidarı ilk defa kaybettiği 7 Haziran 2015 genel seçimlerinden sonraki süreçte çok beklemeden yapardı. 1 Kasım 2015 genel seçimleriyle bu kayıp hızlıca telafi edildiği için böyle bir adıma gerek kalmadığı öne sürülebilir. Ancak buradaki asıl mesele 7 Haziran'ın iktidarın pamuk ipliğine bağlı olduğu, yani seçimler yoluyla her an kaybedilebileceği mesajını vermesiydi. Öyle ki seçimlerin hemen akabinde PKK oluşan güç boşluğunu fırsata çevirmek için büyük bir ayaklanma başlattı, bir diğer terör örgütü FETÖ ise darbe planları yapmaya başladı. AK Parti üzerinde 7 Haziran'ın yarattığı şok etkisi şüphesiz 23 Haziran yerel seçimlerinden çok daha büyüktü. Eğer temel faktör iktidarın kaybedilmesi korkusuysa, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın neden beş yıl beklediğinin bir açıklaması olmalı.
Ayasofya'nın ibadete açılması kararını alması Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın iktidarına duyduğu öz güvenin bir neticesidir. Devlet bürokrasisinin siyaset karşısındaki vesayetçi rolünün büyük oranda son bulması, ülkenin enerjisini emen terör örgütlerinin pasifize edilmesinde alınan yol ve uluslararası alanda ortaya çıkan güç boşluğunun iyi bir şekilde değerlendirilip Türkiye'nin dış politikada vites artırması bu öz güveni destekler nitelikte. İçeride, bölgede ve uluslararası alanda yepyeni bir döneme girmiş bulunmaktayız. Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğinde büyük hamleler yapıyor. Tüm bu gelişmeler bir siyasi aktör olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın üzerinde daha az yapısal baskı hissetmesi sonucunu doğurarak büyük kararlar almasının önünü açtı. Kararın gerekçesinde vurgulandığı gibi alınan karar Türkiye'nin egemenlik haklarını kullanmasıdır. Bu hakların AK Parti iktidarı öncesinde neden kullanılmadığının siyasi-ideolojik sebepleri olduğu gibi AK Parti iktidarı döneminde neden 18 yıl beklendiğinin de siyasi-stratejik nedenleri bulunmaktadır. Ayasofya'nın müze olarak kalması AK Parti öncesinde bir tercihken, AK Parti sonrasında iç ve dış güç dengelerinden kaynaklanan bir zorunluluktu. Ancak zamanla değişen güç dengeleri bu zorunluluk durumunu ortadan kaldırdı ve bu nadide yapı Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi olarak gerçek hüviyetine yeniden kavuşmuş oldu.