Nasıl da karlı bir gündü. Eski yıllardı. Daha iklimler böyle çarşafa sarmamıştı. Külüstür bilgisayarı açmış etrafa bakınıyordum. Bir anda Hak-İş Sendikası'nın ön sayfasında Veda Hutbesini buldum. Buldum da sermest oldum...
Ne konuşmaydı o! "Ey insanlar" diye konuşuyordu Resulullah. "Ey insanlar! Biliniz ki rabbiniz birdir, atanız da bir. Bütün insanlar Âdem'den gelmiş, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arap'ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap'a, beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur" diyordu.
Sömürü yasaktır bundan sonra. Irkçılık yasak, kadınları aşağılamak yasak. Tefeciler yerin dibine batsın, diye anladım ben okuduklarımı...
***
O güne dek 'devrimci' dediğim ne varsa kayboldu karşıdaki karlı Çamlıca tepelerinde. İzleri bile yoktu zaten. Çoktan uyanmıştım ama uyanmam uzun sürmüştü. Laf kalabalığının devlet kapitalizmini sosyalizm diye yutturması ergenliğimde bile yanlıştı. Küçük diktatörlerin asker adımlarıyla militarist marşlar söyleyerek kentin sokaklarında yaptığı yürüyüş acınası bir operetin tiratlarında kalmıştı. O sivilceler arkalarında genç ölümler bırakarak, çoktan patlamıştı.
Che, Bolivya'da
İspanyolca konuştuğu için yerli isyancılar tarafından yalnız bırakılmıştı. Çünkü İspanyolca istilâcıların diliydi. Nefret ettikleri canavarların dili. Güvenemezlerdi o lisana.
Bu dünyanın devrimci tarihi trajediyle yazılmıştı. Stalin'in mezbahasının kredisi Leninizm tarafından hibe edilmişti. Mao ekinlere zarar verdi diye ülkede serçe katliamı yapmıştı. Uzun yürüyüşte Türkleri serçeler gibi kurşunlamıştı. Katliamcılarına âşık olanların göbek adıydı hüsran...
***
Devrim mevrim diye diye uzak mağaralara sığınan çoluk çocuğa sinir gazı sıkmışlardı, hık diyeni asmışlar, tık diyeni işkencelerde çürütmüşler, Sabahattin Ali adındaki güzelliğin kafasını taşla ezmişlerdi.
70'lerde solcuyum diyenler farklı düşünen diğer solcu gençleri infaz etmişlerdi.
90'lar, ne kasvetli ambulans ışıklarıydı onlar! Eski
Türkiye ayıplar ülkesiydi. Ahmet Yesevi-Yunus Emre-Mevlâna-Hacı Bektaş-Hacı Bayram-Somuncu Baba'yı unutmuştuk da yol diye ecnebi çıkmazlarda kaybolmuş muyduk? Kaybolmuştuk. Yazık olmuştu bize. Bir Şemsi Tebrizi çıkmamıştı önümüze.
Yüzleşmek mühim. Sızlanmak derseniz, lüzumsuz bir hadise. Yüzleşip geçmek lazım ileriye...
***
İnsan unutkanlığıyla, nisyan ile maluldü. Gömmüştük koca medeniyeti. Gerici demiştik dede bilgelere. Elimizden lisanımız da alınınca körkütük bir kabile diliyle kendimize bula bula bu eksik akıllıları mı bulmuştuk? Bulgar romanlarına tapınanlar Avrupa'ya kaçtıklarında diz çökmüşlerdi kilisenin önünde. Diz çökmüşlerdi de öyle böyle değil tam bir Haçlı savaşçısı olup çıkmışlardı...
Hâlâ işte oralarda, boşa geçmiş yılların ak saçlı bedbinliğiyle homur homur, sıkıntılı bir hatıra...
Böyle yazıyorum ama bütün kayıp kuşaklar içimi acıtır benim. İlber Ortaylı geçende, "Yeni Türkiye 20 yıldır yok, 100 yıldır Yeni Türkiye var!" deyince... "Ah be hoca", dedim kendi kendime. Mâlumat ehlisin evet ama ilmin harbiden hikâye... O dediğin yüzyılda eriyen bir entelektüel zihin var, iyi bak kenar köşelere. Cumhuriyeti seviyoruz, o ayrı, kendini yırtsan örtülemeyecek acılar asılı fakat, hafızamızın kanlı mozaiklerinde...
***
Ne diyordum, devrim kelimesi çok kirlenmişti zihnimizde...
O geçmiş zaman, kar kış kıyamet, Veda Hutbesini okurken, pencere önüne kızıl kanatlı bir güvercin konup yan yan bakmaz mı zatıma!
Lailaheillallah...
Bir hissikablelvuku açıldı bağrımda. Güvercin gagasını kaldırdı: "En büyük devrimci kim, anladın mı şimdi?" dedi. Bilmiyorum belki de bana öyle geldi...
O an kulaklarım mı açıldı, ne oldu? İşte tam o sırada bir Müslüman Saati ikindiyi vurdu.
"Oh be" dedim. Hohladım cama. "Duydum ve iman ettim" diye yazdım parmağımla, çocukluğumu çağıran camdaki buğuya...