Sanat dergilerinde yazı macerası, sinemada asistanlık falan, Ege'de kamp işi, şu bu, epey süründükten sonra yeni çıkacak bir dergiye deneme muhabiri olarak kapağı atmıştım.
Gazete binasında kâğıt yasaktı. İster istemez bilgisayarı çözmeli ve hâkim olabilmeliydim. Onun için hafta sonları da dergiye geliyor, teneke kafa ile cebelleşiyordum. İlk haberim sansasyon yapmış, muhabirliğe terfi etmiştim. Sonraki haberlerim kapak haberi olmuş, editör sayfasında resmim çıkıp durmuştu. Haftada birkaç haber yazıyor, tutunmak için can havliyle çalışıyor, çok yoruluyordum. İlk üç yıl mesai saatlerim 22.00-23.00 gibi biterse seviniyordum.
Yemek salonu Yeşilköy'de yer alan ünlü bir lokanta tarafından yönetiliyordu. Patron yemek işini ciddiye almıştı. Sanırım o nedenle birkaç yılda hepimiz şişmanlamıştık. Kıtlıktan mı çıkmıştık neydi, bilmiyorum. 90'lardaydık.
Bir gün yine yemekhaneye inmiş sıra bekliyordum. Bana sıra gelince tabldot tepsisini uzattım. Aşçı bol kepçe servis yaptı. Tam ayrılırken gülümsedi, "Sizi tanıyorum" dedi. Baktım, adamı çıkaramamıştım. "Siz şu mahallede değil miydiniz?" Çıktığım arka mahallenin adını söylemişti. Hiç hatırlamak istemediğim bir şeydi. Hayır, dedim kusura bakmayın. "Yahu sen şununla şunun oğlu değil misin?" Bir kere hayır demiştim, devam ettim, "İnsan insana benzer," diyerekten çekip gittim.
Eleman arkamdan yanındaki arkadaşına "Ne kadar iyi gazeteci olursa olsun, çıktığı yeri unutandan adam olmaz!" demez mi? Duymazdan geldim, güzelim yemek zehir zıkkım olmuştu.
Öyle utanmıştım ki. Neden öyle söylemiştim? Geçmişi bir cehennem olarak mı görüyordum? Seksenlerin cunta yıllarında evimizi yok parasına satıp semti terk etmiştik. Bir daha o zifiri karanlık günleri, o baskıyı, o korkuyu yaşamak istememiştik...
Aradan bir zaman geçti, artık dayanamıyordum. Gittim aşçı elemanı aradım. Ya kusura bakma, gayriihtiyari öyle oldu filan diyecek, kendi gözümde kendimi affedecektim! Çıktı dediler, artık burada değil!
Lök gibi içime oturdu bu hadise...
***
Hani o İstiklal bombacısının gizlendiği atölye var ya, öyle izbe yerlerde çalışan tanıdıklarım vardı. Sabah ezanında çamur deryasında fabrika servisini bekleyen komşular. Hastabakıcılar, bekçiler. İşsizler, işportacılar, en alttakiler...
Dünyanın en güzel kızları, en civan delikanlılar. Mütebessim ablalar, futbol hastası abiler ve yüzü yağmurlu amcalar.
Bahçeler, bahçelerden yetişen erzak, kümeslerde tavuklar. Yaşanıp gidiliyordu. Yoksulluk karşısında sosyalizm semte gelmiş, millet bilip bilmeden bu adaletsiz düzen değişsin diye devrimci olmuş, darbe yıllarında hanelerden ölümler, mahkumlar çıkmıştı. İşkence hikayeleri kara bir bulut gibi mahalleyi kaplamış, güneş kaybolup gitmişti. Uzun bir kıştı...
Erken emekli anam üç aylık emekli maaşını almak için bizi de yanına alıp İstanbul'a iniyordu. Evet, bizim mahalleden İstanbul'a iniliyordu! Eminönü Ziraat Bankasına. Taksim'i anca lise 2'de görecektim.
Annem üç aylığı alınca bizi Mısır Çarşısı-Çiçek Pazarı'nda dönerciye sokuyor, birer buçuk döner ısmarlıyordu. Bir gün zengin olursam eve döner makinesi almayı kuruyordum. Oh ne güzel, her gün döner!
***
Anam emekli olmasına rağmen bacakları tutmaz olana kadar çalıştı, çabaladı.
Şimdi en alt emekli maaşına yapılan düzenlemeye baktığımda onu hatırlıyorum. Karda kışta banka önündeki annemin elini tutarak kurduğum 'döner' düşlerini.
Eski Türkiye buydu.
Artık Türkiye yükselen bir ülke. Büyük bir sosyal adalet atağı yapmakta, biliyorum. Fakat bu en alt emekli maaşı, ki ben de onlardanım, oraya hakiki bir çözüm düşünmeli. En alttakileri söylüyorum. O insanlar arka mahalleden. Eski Türkiye'nin yüzü yağmurlu insanları...
Bunları yazarken de 'İçimdeki İhtiyar' durmadan fısıldamakta:
Sakın ha, geldiğin yeri sakın unutma...