Gece, yıldızdan bir kubbeydi Eylül. Yasemin, ıhlamur üfürmüştü güze. Hafif bir yel çıkıyor, insan okaliptüs ağaçlarının boyuna posuna ve de adına Türkiye denen sevdaya ürpertiyle hayran olup hülyalara dalıyordu.
İlerdeki ılıman Akdeniz küçük dalgalarla bitimsiz kumsalı okşuyor, deniz derya temiz bir çarşaf, ütülü, uzanıyordu.
Telefonlar titreşime alınmıştı. İnsanlar usul seslerle fısıldamakta, ta gözünün içine bakarak ve gülümseyerek selamlaşmak denen, kökü bizim âdet kalplere bir şifa gibi balkıyor, şehirden yeni gelmiş gergin insanlara sirayet edip onları şıpınişi yumuşatıyordu...
Öyle bilge bir tabiattı ki bu; bağırarak konuşmayı utandırarak yasaklamıştı. O bahçede yaşayanlara kendine uyumlu bir hâl kazandırmış, sakin bir huzur şefkatle sırtlarını sıvazlamıştı.
İnsanın aklına öfkeleri gelmiyor, gelse de gülüp geçiyor, ömür denen şeyin kadrini kıymetini idrak ediyordu. Bir sağlık sıhhat hissi kafamızdaki ağır tonajlı fikirleri, akşam güneşi batarken tatlı bir olgunluğa erdirip bünyeyi iyimserlikle dolduruyordu...
***
Orada bir
Ayhan Işık gördüm. Sabah kahvaltısında ter içinde boş tabak toplayan, sonra akşam çilingir sofrasında ve bizden siyah beyaz masum hikâyeleri anımsatan.
Baktım, oyalı yazmasıyla bıcır bıcır bir hanım. Mekânı derleyip toplayan estetik. Fötr şapkamla ona, bana göre efsane bir selam çaktım. Selam aldım.
Sonra Ukraynalılar gördüm. Bahçenin Türkçe konuşan karıncalarıydılar. Güleryüz ve ihtimam. İlla ki gülümsemelerin altında bir hüzün.
Zelenski'den hoşlanmıyorlardı. Evet, birilerine kanıp ülkelerini harap etmişti. Kulakları kirişte, ıstırabın biteceği o acil barış haberindeydi...
Bahçe, onların da yaralarını sarıp sarmalamış, onlar da bahçeye sarılmışlardı.
Ardından Kırgız kızlarını gördüm. Yüzlerinde bir sonbahar yağmuru yağdı, yağacaktı. "Neyinizle ünlüsünüz?" diye sordum. "
Cengiz Aytmatov" dediler. 'Y'yi 'K' gibi telaffuz ediyorlardı, öyle bir akım. Onların masumiyetinde steplerde kaybettiğim uzak akrabalarımı andım...
Sonra biraz ürkek ama kibar Almanlar, İngiltere'den gelmiş, minik reçel kavanozunu andıran çocuğunun 24 saat peşinde, onunla büyük bir adam gibi "lütfen, özür dilerim" şeklinde konuşan, kafadan en mükemmel baba ödülü verdiğim basket boylu siyahi...
Yaşlı ve durgun Ruslar, gıda mühendisiyken senaryo yazıp yönetmiş 'Dayı' filminin içten yönetmeni...
Ve hepsinin mutlu aile saadetleri...
Ve de iyi ki, resepsiyona bakan ve kızıl çamlara konan zarif kuşlara benzettiğim, toprağımın kitapsever kız kardeşleri...
***
Ardından akşamları orada burada koşuşturan kumral, uzun saçlı biri gözüme çarptı. Yeni dikilmiş bitkileri çapalıyor, desteklerini güçlendiriyordu. "Vay be!" dedim, "Hollandalı da gelmiş, bahçıvan olmuş burda!"
Meğerse o muhteşem bahçenin kurucusuymuş kendisi. Yerinde bir vakar ve içten bir tevazu. Köy çocuğu. Bahçeyi tarla halinde 20 küsur yıl önce satın almış ve orasını minyatür bir vahaya çevirmiş. Yönetimi de hiç öne çıkmadan, saha kenarında bir teknik direktör. Evvelden turist rehberiymiş, şu an vergi rekortmeni. Bir de konuklarına arkadaş, işçilerine dost. Bir Türk evi sıcaklığı yarattığı için de mütemadiyen full...
***
Bu botanik güzelliğine yolumu düşüren sevgili okur insana gelince.
O ilim-irfanın ayak izlerinde Ahi meşrep... Artık küresel konuşan Anadolu insanı... Darbecilerden, karşıt kutuplarda zulüm görmüş bir idealist.
O da yirmi yılda müthiş tohumlar üretmiş, şimdi dünyaya satıyor. Bizim domatesler, biberler, patlıcanlar şu an kıtalararası uçuşta! Hem de dünyanın tohum tekellerini dibinden sarsarak, bir uçtan diğer uca...
***
Kısa bir tatil yaptım, baharı çivit maviye boyadım. Gittim, Anadolu'da denize akan bir bağ evinde konakladım. Onu anlatıyorum.
Nefesim açıldı, şöyle bir tebessüm topladım.
Ki, Ağustos böcekleriyle atom karıncaların arasındaydım...
Meraklısına:
Antalya-Kumluca-Çıralı. Tohumcu Zekai İlter, Turizmci (Azur) Ahmet Altıntaş beyefendilerin misafirperverliklerine müteşekkirim...