Ne şıngır mıngır bir şehirdi bu. Kıvamında bir masumiyet. Her sabah kumrularda bir neşe. Sur içinde, mahallelerde uçsuz bucaksız bostanlar. Bereketli topraklarla şehir el ele. Sırık fasulyeleri, salatalar ve bostan kuyusunda yüzen ördek.
Mevlevihane harabelerindeki hüzne baş eğerek geçerdi kadınlar. Evlerde kurulurdu ilahi sofraları. Apak, kenarı tığ işlemeli tülbentlerle ve mangalda orta şekerli kahve.
***
Çocuktum, merakla bakardım salondaki resme. Bir adam mavi gözlü, diz çökmüş atının yanına, elinde kırbaç. Dizlerine kadar çizmelerle altın varaklı subay şapkası. Benim önümde kekikli yoğurt, kalmış ekmeklerden çıtır peksimet. Yanımda çizgi romanlar. Kırbaçlı adam dikkatle bakardı bana.
Birden ortadan kaybolurdu kadınlar, arar bulurdum onları. Bir köşede diz çökmüşler, namazda, ellerinde koca tespihler, bohçada Mushaf.
Ermeniler, Rumlar, Yahudiler aynı mahallede. Radyoda Zeki Müren. Ramazanlarda biz pide kokardık, onlar da rengarenk paskalya yumurtaları. En kırılmaz yumurta benimki, soğan kırmızısı. Komşu fırında kıymalı poğaça kokusu.
Merkez Efendiler, Sümbül Efendiler, Eyüp Sultan ve diğerleri.
Bakkalımız Dimo bizim evin halkı gibiydi. İki ayaklı bir nezaket dersi. Yıkık türbelerden küçük ihtiyarlar çıkardı. Bir bulutun ardından çıkardı. Nedense hep bana nane şekeri.
Evladım ne yapsan yap siyasete karışma, derdi 'ananem'. Kelle koltukta yaşamak zor, acıdır asılmak darağacında. Hayat dergisi sayfalarında bir adam. Sallanırdı beyaz kefeniyle, önünde bir kâğıt. Çizgi roman mı acaba?
Kırbaçlı adam duvardaki koca çerçeveden ayıplar gibi göz atardı bana.
Dayımın getirdiği çikolataları araklardım gizli köşelerden, son gazozu içip su katınca içine. Hamamdaki kurnada kafama tasla vurularak ceza, kaynar sularda. Bir çocuğun hırsızlıklarında kefaret var mıdır, yoksa yalan mıdır o laflar? Gazozların günahı nasıl karşılanır acep kaşı kıvrık hocalarca?
Katlı vacip olmasın da sopalarlar mı yoksa?
Kızgın bakardı duvardaki asker amca...
Sinemalarda filmden önce orkestra. Mahcup ezanlar. Aman demesinler bize irtica. İki kadın oturmuş karşı karşıya sözde Fatiha'yı ezberliyorlar da hep yanlış söylüyorlar, bak şimdi! Birden yattığım yataktan doğrulup peltek dilimle fıdır fıdır okurdum da öyle öğretmişler meğerse Kur'an'ın kalbini zatıma. Anlamını bilmek için 40 yaşıma var daha.
Mevlitlerde bir pike örtülürdü de duvardaki amcaya.
Sonra kısık sesle kadınlar başlardı, bir buğday tarlası gibi rüzgarla. Allâhumme salli alâ...
***
Dinde zorlama yoktur, derdi anneannem, müjdele, zora koşma. Kalbinde hissetmezsen hiçbir şeye yaramaz ettiğin dua.
Zekatlar fitreler hesaplanırken merdiven boşluklarında bakılırdı evsiz kadınlara. Altlarında minder ve önlerinde çorba. Kahve fallarında çıkardı sıkıntılar. Kilimlere vururdu pencerelere asılan kristallerden huzmelenen gökkuşağı. Renkler bir çoğul coşku, yayılırdı loş hollere. Hayâl mi ne?
Kaldırımdan düşmüştüm de kolum çıkmış, bayılmışım. Narkoz sırasında bir çağlayanın altında durmuş, yıkanmıştım. Hastaneden eve geldiğimde kafam bi'dünya, duvardaki amcanın arkasındaki at ne kadar da şefkatli bakmıştı bana.
Atları sevdim ondan sonra. Mahalledeki Nalbant'a kızgındım ama. Çat çat çivileri çakmıştı onların tabanına. Bir ondan hoşlanmıyordum bir de kalaycıdan. Koca alevlerin arasında kirli bir adam. Şeytan dedikleri bu mu ha? Tövbe estağfurullah.
Bakır tencerelerde patlıcan oturtma. Düğün salonuna giderdim de onca pasta limonata, ishal bilmem ne, kaç gün yataklarda. Birinci sınıf öğretmenim sürme gözlü Kadriye Hanım ziyaret etmişti beni, heyecandan çayı dökmüştüm üstüme. Aklım düğün salonunda çalan orkestrada. Ben de şarkı yazsam ya onlara.
Duvardaki amca kaşlarını mı çatardı ne? Ben ata bakardım at bana. Ne de olsa kırbaç var amcada.
***
İstanbul'un orta yeri mütebessim bir sinema ve de sakınarak silinen gözyaşı olarak sindi bahtıma. Bir menekşe kokusu, tarçın kokan sopasız bir itikad usulca yakınlaştı damarlarıma.
İstanbul aşkına....