Hâkim (Bilge) Senai, şeriat gemisine binip tarikat denizine açılınması gerektiğini vurgular. Mevlânâ ise, şeriat olarak isimlendirdiği mumu ele almakla yolun aşılmış olmayacağını, ama onu ele almadan da yola çıkılamayacağını belirtir. Ona göre şeriatın yol göstericiliğinde gitmek tarikat, hedefe varmak ise hakikattir. Necmeddin Kübra Allah'a ibadet etmeyi şeriat, huzuruna varmayı tarikat, müşahede etmeyi de hakikat olarak ifade eder.
Mevlânâ'da, tıpla ilgili bilgileri öğrenmek şeriat, doktorun tavsiye ettiği ilaçları almak tarikat, şifa bulmak da hakikattir. Şeriat ilimdir, tarikat bildiğiyle amel etmektir, hakikat ise Allah'a vasıl olmaktır, Necmeddin Kübra, Moğolların Harezmî işgal etmesi üzerine 600 kadar müridiyle onlara karşı savaşmış ve bu savaş sırasında şehit olmuştur. Kendisini şehit eden Moğol askerinin uzun saçının perçeminden tutmuş ve bırakmamıştır. Moğol askerinin saçını kestirmek zorunda kaldığı bu durumu Mevlânâ şöyle anlatmıştır:
Biz ol ızzu kerem kavmindeniz kim
Demâdem iş edip sagar tutarlar
Ne şol bir-kad ü müflislerdeniz kim
Füsûn edip bize lagar tutarlar
Bir elden nûş edip iman şarabın
Bir elde perçem-i kâfir tutarlar...
***
Hakîm Senai 1072'de Gazne'de doğar, 1131'de ölür. Tasavvufî mesnevî geleneğinin kurucusu ve Feridüddin Attar ile Mevlânâ'nın habercisidir.
Ömrünün bir kısmını Mevlânâ'nın doğum yeri Belh'te geçirmiş, Gazne'ye döndükten sonra inzivaya çekilerek münzevi bir hayat sürmüştür.
Tasavvuf ahlâkını şiir diliyle mesnevî tarzında ilk defa o yazdı. 10 bin beyitten oluşan ve Mevlânâ'nın eserlerinde 'İlahiname' olarak zikrettiği Hadikâtü'l- Hakika bu türün ilk örneğidir.
Senai, Hadika'da tevhit, marifet, Kur'ân, akıl, ilim, külli nefs, insan ve saadet yolu gibi konulara yer vermiş, tefekkürünü hikâyelerle genişleterek bir gelenek kurmuştur.
Dünyanın geçiciliğini ve değersizliğini vurguladığı bu eser, onun yüksek zihnini ve büyük insanlık vasfını göstermesi açısından önemlidir. Yaşı kemâle erdiğindeyse Senai, insan ruhundan başlayarak bütün bir toplumu ıslah etmek isteyen erdemli bir din adamı, benlik bağlarından ve nefsin kötülüklerinden arınmış bir arif, ruhunda taşıdığı İlahi aşkın meşalesiyle insanlığı kurtuluşa çağıran bir mürşittir.
Dinî duyguları, tasavvufî makam ve hâlleri veciz bir şekilde açıklarken bazen -Mevlânâ'da da olduğu gibi- içten ifadeleri bugün 'argo' denebilecek kelimelerle anlatmaktan çekinmemiştir.
Şems'i tanımadan önce Hakîm Senai'nin eserlerini okuyup ufkunu genişleten Mevlânâ, irfani fikirlerini gerek Mesnevî, gerek gazel, kaside tarzında kalender meşrep şiirlerle söylerken tıpkı Attar gibi Senai'yi takip etmiştir.
Bu gerçeği, "Attar ruh idi, Senai onun iki gözü; biz Senai ile Attar'ın arkasından geldik" diyerek belirtir.
"Attar âşıktı amma Senai padişahtı, daha üstündü. Bense ne oyum, ne bu! Başımı, ayağımı kaybetmişim" sözüyle
Hâkim Senai 'ye iltifatın zirvesine çıkmıştır. Senai'nin:
"Seni yoldan alıkoyan şey
İster kâfir olsun, ister iman.
Seni dosttan uzak düşüren nakış
İster çirkin olsun ister güzel.
İkisi de aynıdır."
Beytine şöyle bir açıklama getirir:
"Allah kendisine dost olanların gönüllerine de başka bir nesne sokmalarına razı olmaz. Bu yüzden Allah'ın rızasına erip dostluğunu kazanan bir arifin dünyevî işlere dalıp makamından vazgeçmesi affedilmez."
Bilge Senai şöyle demiştir:
İlme sahip olan, bunun yanında dağ gibi bir sükûnete sahip olur. Sükûnet, hikmet verir.
Huzur olmaksızın ilim, huzursuz ilimdir. Ki yakılmamış bir mum gibidir. Her ikisi birlikte arının balına benzer.
Mumsuz bal asaleti simgeler, balsız mum ise sadece yakmak içindir...
(11-14. Yüzyıl Büyük İslam Bilgeliği araştırmalarımda çeşitli kaynaklardan aldığım notlardır)