Geçen gün şekerim dibe vurdu, niyetli değildim. Bahçeye hortum filan almak için Perşembe Pazarı'na yollandım. Perşembe Pazarı Karaköy'de bir vaha. Şehrin 500 yıllık ticaret merkezi. Haliç'in kıyısı.
***
Alışverişimi yaptım, ara sokakta bir kafenin masasına oturdum. Haziran sıcağı bu yaz eriyeceğimizi söylüyordu.
Öyle etrafa bakınırken teklifsiz bir ses: "Oturuluyor mu buraya?" diye sordu. Döndüm, elinde benim gibi ıvır zıvır dolu poşetleriyle yaşlıca bir adam. Sırtında bol, eprimiş, ince bir ceket, dağınık bir pantolon. "Tabii, buyur otur" dedim. O tatmin olmadı garson gence seslendi: "Şurada oturacam ama bi'şey içmicem, orucum."
"Tamam amca" dedi garson. Adam şöyle bir oh çekti, sandalyeye çöktü. Sonra bana yan gözle baktı, "Bunlar belediyeye işgaliye veriyorlar mı?" "Herhalde" diye güldüm, "Gelir gelmez muhtar oldun bakıyorum da!"
Başını salladı. Bir süre sessiz oturduk. O sırada fit vücutlu emekli askere benzettiğim tişört-blucin, beyaz saçlı biri daha garsona: "Şuraya biraz şey etsem, rahatsız eder miyim aceba?"
Garson Ramazan ayının şefkatiyle buyurun diye işaret etti ama o, "Yok, bakın rahatsız edeceksem şurada ayakta da bekleyebilirim" şeklinde mırın kırın edince.
Poşetli amca, sanki oraların sahibiymiş edasıyla, "Ya otur dediler işte kardeşim, ne ezilip duruyorsun. Otur dedilerse otur, dayak derlerse kaçarsın" demez mi?
Emekli subay "Yok, ben, nezaketen..." Bizimki "Tamam ya, mızırdanma otur oraya" diye bastırdı. Sevecen bir baba tonuyla.
Adam uzaktaki bir sandalyeye ilişti. Burnunu kaldırdı!
Amcadaki dobra hâl dikkatimi çekmişti artık. Düşünceli, sükûn, tatlı bir ifadeye sahipti. İftara daha çok vardı. Şöyle bir iç çekti: "Ramazanı da değiştireceklermiş!"
Ha, diye takıldım "Aralık, ekim sabitleyelim diyorlar. Arapların takviminden bize ne, diyorlarmış."
Uzaklara bakarak, "Arap filan diye bir şey yok, Müslümanlar diye bi'şey var" dedi.
O sırada emekli asker tipi yerinden heyecanla fırladı, bana doğru geldi: "Beyefendi Araplar bizi arkamızdan bıçaklamadılar mı, bıçakladılar! Bunu yaşadık mı, yaşadık" dedi ve koşar adım sandalyesine geri döndü.
"Al işte!" anlamında ayaklarını şöyle bir uzattı poşetli, bana belli belirsiz göz kırptı.
Emekli subay tekrar sandalyesinden fırladı, "Amenna ve saddakna, Allah kavimleri ayrı ayrı niye yarattı, söyleyin!"
Güldü bizim poşetli Amca. "Niyeymiş?"
Bu ikisi arasında gizli bir savaş başlamıştı. Bana da eğlence çıkmıştı.
"İyilikte, güzellikte, hayırda yarışsınlar" diye girdim fakat. Konu mankeni değildim ya!
"O öyle değil" diye göğsünü şişirdi beyaz saçlı fit. Amcaya özellikle bakmıyordu.
"Ben daha fazla konuşmayacağım, başka ayetler var, ben konuşmayacağım" diye söylenerek gitti.
Dobra Amca, "Ne kaçıyorsun ya, söyle ayeti de öğrenelim evlat."
Gittikçe hoşuma gidiyordu adam.
Beyaz saçlının öyle zıp zıp gelip gitmesine bakarak ona evlat hitabını münasip görmüştü.
Diğeri duymazdan geldi. Dönüp bana bakıyor, bir şey söylemek istiyor, sonra vazgeçiyordu.
"Çay kaç para burda?"
Garson 3 lira diye yanıtladı poşetliyi. "Olmaz" dedi bizimki, "Günah, 2 yapın."
"İki dakka oldu, muhtarlıktan belediye başkanlığına terfi ettin baba, çaya da karışma ya!"
"Haklısın" diye bal renginde tebessüm etti yine. "Seçim ne olacak peki?"
"Sen söyle" dedim.
"Alır" dedi.
"Alır" dedim, "Karşısında sağlam bir şey yok."
Beyaz saçlı o anda kalktı! Selamsız sabahsız sinirli hareketlerle uzaklaştı. Bizden ümidi kesmişti.
Biraz sonra poşetlerini alıp doğruldu bizimki de. "Benim burada motor dükkânım vardı, sattım. Çeneme vurdu. Çok konuşuyorum" dedi. "Kusura bakma."
"Estağfurullah" dedim, "Allah kabul etsin."
"Cümleten" diyerek gözlerinin içinden gülümsedi, "Zaten eskiden de motorlarla konuşurdum ben!"
Yürüdü, gitti...
Ardından baktım. Elinde koca naylon torbalarıyla sıradan bir halk adamıydı.
Konuşurken bir kere bile önümdeki su şişesine bakmamıştı. Akşam Galata Köprüsü'ne vuruyor, kudret, kanaat getirenin buruşuk gömleğinde gülümsüyordu.
İnsan insanın Hızır'ıydı gerçekten. İstanbul, kulağı olana konuşuyordu...