Geçen gün sinema filmi gibi bir rüya gördüm.
Rüyamda "Biz yokuz!" diye vadimizi ele geçirmişti nemrut adamlar! Yağmurlu bir yüzle bir araya gelmiştik fakat. Paslı zırhlarımız ve itirazımız vardı bu işe.
Gece çıktık, yanyana durduk. Aşağıdaki vadi öyle yeşildi, deniz öyle sihirliydi ki! Şehir kolyelerini falan takmış takıştırmış, karşı limana uzanmıştı.
Sırtımızda çiçek desenli, kristal camdan silahlar! "Üzülme" dedim yanımdaki siyah giyinene. Elindeki buzlu camdan bazukaya baktım.
"100 yıldır aklımızı almışlar, dilimizi koparmışlardı. Geçmişimizi silmişler, yol gösterici işaretleri bize unutturmuşlardı. Başka âlemlerdeydik önceden. Kaybolmuştuk. Yokuz diye oldu bunlar, merak etme halledeceğiz inşallah..."
Tuhaf bir rüyaydı. Yaşımı kestiremiyor, kaç erkek, kaç kızdık hatırlamıyordum. Sadece eski şehrin yarı bodrumlarında seherde öten bir kumru figürü vardı aklımda. Bir de bir kravat gibi boynumu sıkan ezberler. Kravatı çıkarıp attım. Bir şangırtı oldu. Silahlar tuz buz. Oh be!
Sonunda uyandım...
***
Sufi der ki: Papağan aynaya bakmış kendini görmüş. Aynanın arkasında meğer biri gizlenmişmiş! Gizlenen konuşunca, papağan taklit etmiş, dillenmiş. Sonra da haspam, aynadaki kendini Tanrı sanmış...
Bunu kalp kitabından okuyunca, ilham enseme aktı, oturdum şöyle yazdım:
İnşaatta çalıştım, harç kardım, kendime bir çift bacak yaptım. Yürüdüm, şehre daldım.
Dışarda güneş vardı, sonbahar kokmuştu. Gördüklerimi size haber vereyim dedim:
Her sabah şehri papatyaya boğan çiçekçi Roman Edirne'de 248 metrekare arsa almıştı.
Ev yapacaktı. Huzur istiyordu. Karaköylü Davut hırstan simsiyah, çaydan servet peşindeydi.
Havas ortada yoktu, tuz kurutuyordu. Avam işi şakaya vurmuştu. Sokakta millet gırgır şamatadaydı. Seyyar balıkçı "Çingene palamudu konuşur duydun mu?" diye bağırıyordu, Tostçu Kemal karısından fırça yemiş, siyasetin gelmişine geçmişine giydiriyordu. Eski tanıdıklar para yapmış, kendilerini sitelere kilitlemişlerdi. Endişeli, yüksek sesli ve orada yoktular. Sadece vitamin hapları ve taptıkları heykelleri vardı.
Katakulli kurmaktan gözleri pörtlemiş vesveseli Beyazları -ve de onlara deli gibi özenen diğerlerini- hesap cüzdanlarına kapattım. Ezanlar başlayınca hayata ve hayatı bahşeden mucizeye baktım...
***
Sonra bol tütün, bol hayat, boğuk bir ses, caz tadında üç kere tekrarladı, dedi ki:
"Kalbimi açıyorum size.
Burada bir âlem, orada bir âlem, bense eşiğindeyim kendimin.
İçim bin türlü. Yerlere göklere sığamıyorum da bir tek gönlüme mi sığıyorum?" Ses nerden geliyor diye döndüm, televizyonu gördüm. Kömür gözlü bir bilge televizyonda konuşuyordu.
Herkes, hepimiz artık sanal bir şeydik, ekrandaydık. Haberler başlamıştı.
Haberlerde, Polonyalı atkuyruğu saçlı bir adam anlatılıyordu. Evli, iki çocuklu adam Kur'an'dan bir ayete rast gelmiş, hayatı değişmişti!
Hakka âşık olmuştu. Çoluğuyla çocuğuyla vedalaşmış, evinden iki atıyla (at?) çıkmıştı. Türkiye'ye at üstünde gelmiş. Kudüs'e gidiyormuş. Kudüs'te aradığını bulamazsa Mekke'ye devam edecekmiş. Allah'ı arıyormuş. Tercüman öyle çevirmişti.
Anadolu, yani bizimkiler, elemana rastlayınca almış bir at çiftliğinde ağırlamışlar. Atların bakımını yapmışlar, yedirmişler içirmişler, uğurlamışlardı.
Görüntüdeki adam vakur ve çok mutluydu. Gözleri hayranlıkla parlıyordu.
Tepelerde değil, kendi halinde insanlar arasında, aşağılarda güzel şeyler oluyordu. Oluyordu da "Hangi ayet?" sorusu aklıma takıldı kaldı...
***
Sonra: Japonya'da Budistler 'Robot Rahip' icat etmişlerdi. Cenaze ayinlerini yönetecekmiş bu tenekeler.
Robotik bir din geliyordu yani. Allah'ını kaybeden insan, demek robotlaşmak istiyordu.
Aklımda, olay sadece Japonya'da mı geçiyor, diyen hınzır bir düşünce...
Delilik çağına hoş gelmiştik...