Sonbahar İstanbul'a nasıl da yakışıyor!
Sonbahar, bir ruhbilimidir bu şehirde. Suratlara bir düşünür edası verir.
Bir değişim, bir his patlaması bünyeyi zorlar.
Mevsim dönüşümlerine aman dikkat denir. Bol vitamin, bol meyve!
Bağışıklık meselesi!
Bağışıklık ne?
Aslına rücu etmesidir insanın. Evvelden bugüne beyinleri şavklandıran ilahi hikmetin vecizelerine...
İnsan kutsal bir kitaptır çünkü anlayana. Kelime kelime düğümlenmiş bir zaman yolcusu.
Sonbahar da tıpkı öyle. Peygamberane bir mevsim. Kitabın son sayfaları. Her bahar yeni baştan başlanan.
Şu an şaşkınlıklar değil hayretler, hayranlıklar makamındayız, bal rengi havalardayız. Hazan, yeni bir lisan...
Haddi zatında bir kırgınlıktır da aynı zamanda! Biraz hüsran...
Kış nedir aslında? Herkes bilir söylemez: Ölmeye yatmak!
Ancak orada değiliz henüz. Henüz daha olgunluğun, gözyaşının, kırlaşan saçların, sararan yaprakların mevsimindeyiz.
Ölmeden ölmenin yeniden doğmanın dersine çalışıyoruz. Sonbahar biraz öyle...
Kemikler henüz üşümedi ama sırtımız ürperdi.
Hey gidinin yazı neredesin?
Omuzlar öne eğildi, burnumuzda bir gıcık, sanki bir itiraz öz güvenimize!
Ama yok daha erken. Daha pastırma sıcakları gelecek. Hayatın sıcağı, bizi kışa yollamadan son bir kez daha elini sırtımıza koyacak.
Rahmet, her daim azabı geçecek.
Böyle söylendi bize. Paniğe gerek yok yani onu söylüyorum...
Her sonbaharda çıkarıp koymalı ömrü masaya. Yüzüne bir ışık kondurup temize çekmeli hayatı.
Martıyı şahit tutmalı bence, onu diyorum. Onlar hiç terk etmezler insanı. "Millet-i Sadıka"dırlar. Kuş milletinin serçelerden sonra, kumrulardan önceki kuşağı...
Sonbahar uçarılık yılları geride kalmış bir gencin durma soluklanma hali. Bir çay söyleme ve olan biteni derleyip toparlama fikri.
Bir tür olgunluk psikolojisi. Bir arınma, bir sükûnet bulma...
Evet, geçiyor mevsimler aylar. Zaman hızlı bir tay, koşuyor ömrümüzde.
Zaman bir su, akıyor. Bu şehir içimizde bir ukde olarak kalıyor. Büyük bir aşk olarak.
Fakat bu kendini arayan ülke, bu "seçkin olmak için değil insan olmak için yaşa" diyen hakikat kadar hicranlı ve içimizdeki coşku kadar diri ülke! Siz isterseniz buna feraset, isterseniz farkındalık deyin, fark etmez. O İşte!...
Hüzün bilginin rehberi. Buruk bir zeytin kadar şifalı.
Hüzün olmadan bilgi eksik, soğuk, bir silah tüccarının akşam sofrası...
O değil de bu bayram:
Sakalımdaki akların artık çoğaldığı bu hazan mevsiminde denize bakıyorum.
İstanbul evet benim sevgilim! Bayramlarda sevgilimle baş başa kalıyorum. Etraf sakin oluyor ona çiçek götürüyorum. Kıyılarına, tepelerine, dizinin dibine oturuyorum.
Ömrümün şu yaşında 15 Temmuz'u gördüm ya bir de onu asla unutmuyorum! O yiğitliği. O can pazarında kazanılan milli temsili, demokrasiyi...
Şimdi direniş üstüne yazılmış bütün kitapları yeniden yazan bir ütopyanın kabul günlerindeyim. Her şey yeni başlıyor! Kaybedenlerin sırtlarını dikleştirdiği bir iklimdeyim...
Ondan belki! Bilmiyorum. Denize bakıyorum.
Deniz bana köklerimdeki ayetleri fısıldıyor sanki. Bir şükür nidası ağzımda.
Dudaklarımda mırıl mırıl kendi kuşağımın hikayesi.
Öfkenin, hırsların yerini tevekkül alıyor usulca. Bir gençlik heyecanı, evet her zaman yanı başımda.
Denize bakıyorum. Sonbahar bir ilham ense kökümde. Bir martı uçuyor alnımda. Kafamda sorular: Bir ömrün zekatı nasıl verilir?
O soruya çalışıyorum...