"Vefa, sevgidir! Şartsız, hesapsız, sonu olmayan bir sevginin ta kendisidir. Bu dünyada vefa arama çünkü vefası, vefasızdır" demiş Şemsi Tebrizi.
Vefa mühim bir mesele bizim için. Her eylemin çıkarlara endeksli olduğu şu liberal-kapitalist kültürün 'alzaymır' geçirdiği bir konu. Şehir hayatının bastırmasıyla egoizm zırhını giyen insanlar bu ölümcül yarışta hızlı yaşamak zorunda olduklarına inandırıldıklarından, bırakın söz ve duygularına vefayı, sevdiklerini, dostlarını bile hatırlamaz çabuk unutur ya da telefon mesajlarıyla geçiştirir oldular.
Çünkü ben ve benim çevremden daha mühim bir şey yok! Varsa, yoksa Ben'im bu âlemde! Diğerlerine, bana faydalı oldukları nispette değer verebilirim. Bireyin tanrılaşması, ilahlaşması bize modern bireysellik, insanın yükselişi diye yutturuldu çünkü.
Kafayı ben-merkezcilikle yakmış bir gezegende yaşıyoruz. Bencillik, kendine tapınma, "ben farklıyım, her şeyin en iyisine layığım" iteklemesiyle azdık, gözlerimiz fıldır fıldır, dişlerimiz uzadı, tırnaklarımız ustura keskinliğine ulaştı. Botoksları vurduk, hormon iğneleriyle kasları şişirdik, göbeğimizden aldırdığımız yağlarla sıra dağlar yarattık. Yanımızdakinin altındaki halıyı çektik, ilişkilerimizi "nasıl daha da yüksek bir kata çıkabilirim"e bağladık. Düşenlerin üstüne basarak koşuyoruz!
Nereye? Daha mükemmele! Mükemmel ne? Maddi zenginlik, beden güzelliği, yüksek hayatlar, eşya bolluğu ve yönetme hırsı.
Deli gibi sosyal krallara özeniyoruz, kendimizi yiyoruz. Ama ödümüz de patlıyor yarı yolda kalmaktan, yarıştan diskalifiye edilmekten, takatimizin kesilmesinden. O yüzden gün geçtikçe daha acımasız daha öfkeli ve daha kibirli oluyoruz. Yüzümüzde her şeyi çözmüş bir eda, özellikle bizim yolumuzu seçmeyenleri tanrı kompleksiyle, alaycı bir sırıtkanlıkla izliyoruz: Zavallılar, ölümlüler, köleler! Hakir görüyoruz, tahkir ediyoruz.
Şu televizyona çıkanlara, köşelerde, kürsülerde fikir beyan edenlere, makam mevki sahiplerine bakın bunu göreceksiniz. Bilginin kibri, zevk ustalığının kibri, para bende, sizi ben yönlendiriyorum'un kibri. Sadece onların hastalığı değil ama bu! Hepimizin. Sosyal medya tam bir narsist kibrin merkezi mesela. Kaç kişi beğendi, kaç takipçin var? Kaç paralık adamsın?
Kibir büyük. Bu şişirilmiş sanal tahtları kaybetmekten korkumuz da yürek yakıcı öte yandan! O yüzden en ufak bir itirazı bile kaldıramıyoruz. Patlıyor öfkeler...
Kibir, büyük günah kitabımızda oysa. Tekebbür'den geliyor. Büyüklenme! Kendini Allah'a ortak koşma. Şeytanın kıyafeti.
El Mütekebbir, sonsuz büyüklük ve azamet sahibi ise Allah'ın adlarından biri. Öyle bir esma ki, mahluka ait sıfatlardan münezzeh demek.
Kendini bir halt sanma hali manevi bir hastalık yani, onu söylüyor. Uyarı büyük yerden anlayacağınız.
Benim cahil, benim çırak kalbime, tedavisi var mı diye sorarsanız, evet var! Sadece Allah'ın karşısında eğilmek, alnı yere koymak ve o büyümüş burnumuzu yere sürtmek ilk adım olabilir mesela. Allah'tan başka hiçbir şeyin 'dış ve iç benlerin' karşısında eğilmemek için o net ahdi imzalamak ile başlanabilir işe. La ilahe illallah üzerinde düşünmek, tefekkür etmek, narsist krizin kara deliğinden çıkış için bize bir kapı verebilir diye düşünmekteyim. O Büyük Şifacı'nın karşısında tevazuuyla, büyülenerek başlayabiliriz iyileşmeye diye gariban bir umuda da sahibim.
Yani, onu söylüyorum Çekirge! Belki, O'ndan başka tapacak yoktur'un ahdine vefa ile kendimizi yeniden inşa edebilir, iyileştirebiliriz diyorum. Çok mu diyorum? Yaşam alanlarına müdahale mi ediyorum? Bilmiyorum.
Yineleyeceğim fakat yine de: Kibir, korkunun kuzeni! Adamı küfelik ediyor. O kadar kendimizi kaybetmeye, o denli zahmete, meşakkate gerek yok. Kibir, sırtımızda taşıdığımız kıllı bir hayvan, bir külfet. At o canavarı sırtından sen de, hafifle.
Sonra hayata, sokaklara, vefaya gel. Gel, "Adsız Kibir-kolikler" olaraktan seni de bekliyoruz aramıza...