Onu geçen çarşamba gecesi izlediniz. Saat 21.30 sıralarında. Fransız TF-1 televizyonunda soruları önceden titizlikle belirlenmiş bir mülakatın Türk TV'lerinden naklen yayınında. O nefis, tane tane Fransızcası'nın tercümanlarca katledilmesine pek aldırmadığınızı umarım (Simültane çeviri yapanların Türkçe'si neden bu kadar kötü olur; ilk Körfez Savaşı'nın naklen yayınından bu yana doyurucu bir yanıt bulamadım.) İtiraf edin; konuşmanın başında çoğunuz "Acaba ne çalım atacak, Türkiye'ye son dakika golünü çakmak için hangi çanak soruyu kullanacak" diye düşündünüz. Kimbilir, belki daha da ileri gidenleriniz oldu. Ama yukarda Allah var; ben onun gücünü, yetkisini, kamuoyu baskısının elverdiği ölçülerde lehimize kullanacağını, hatta zaman zaman o sınırların da ötesine giderek Türkiye'yi mertçe, açıkyüreklilikle, risk alarak savunacağını, onca yıllık sözünün arkasında dimdik duracağını, Avrupa lideri imajını asla kamuoyunun gel-gitlerinin tutsağı bir cumhurbaşkanı çaresizliğine feda etmeyeceğini biliyordum. Hatta emindim. Aşağı-yukarı. Hem de Fransız halkında hayli yaygın olan "Başlıca özelliği kolayca ihanet etmektir. O kadar çok ihanete uğradı ki, sonunda o da hiç acımadan ezip geçmeyi öğrendi" kanısı, yargısı veya önyargısına rağmen. Çünkü o amatörlüğün çok ötesinde tarih birikimiyle antik Yunan, Roma, Bizans hani şu AB Anayasası'nda sözü edilen değerler ve onun tutku ölçüsünde ilgi duyduğu uygarlıklar) zincirinin daha sonraki halkaları olarak görüyordu Osmanlı'yı (o da uzmanlığına giriyor) ve onun yerini alan Türkiye Cumhuriyeti'ni. Türkiye'deki "Frankofon" lara (Fransız eğitimiyle yetişmiş ve sayıları artık kelaynaklar kadar azalmış bir başka çağın insanları), son yıllarda "beşinci kol" gözüyle bakılan, hatta üzerlerine mütareke döneminin "Teali" cemiyetlerinin izdüşümleri yapıştırılan, daha da ötesi "potansiyel karşıt" damgasının mürekkebinde boğulmak istenen o gerçek aydınlara ve Aydınlanma çağının müritlerine ilk kez o çarşamba gecesi deliksiz uyku imkanını sağlayan Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac'tan söz ediyoruz. Ama Chirac denince, belleğimin arşivinden çıkan ilk dosya, bir ilkbahar yağmurunun ıslattığı Paris'te 5 Mayıs 2002 Pazar akşamı, onun Fransız halkına seslenişi oluyor. İlk turu 5'inci Cumhuriyet'in 5 Cumhurbaşkanı (General de Gaulle, George Pompidou, Valery Giscard d'Estaing, François Mitterrand ve kendisi) arasında en düşük oyla (yüzde 19) geçen, ikinci turu ise yine 5'inci Cumhuriyet'in bir daha hiçbir adayın, hiçbir başkanın ulaşması imkansız oyuyla (yüzde 82) kazanan ve 5 yıllığına daha (ilk döneminde 7 yıl görev yaptı, sonra anayasa değişikliğiyle 2 yıl kısaltıldı) Elysee Sarayı'nda oturmaya hak kazanan adamın (üstelik 1995'teki göreceli başarısından önce de François Mitterrand'a karşı iki kez kaybetmişti; 1981'de ve 1988'de) bir "föniks"in zafer gecesiydi o. (21 Nisan 2002'de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri ilk turunun mutlak favorisi olarak sosyalist Başbakan Lionel Jospin gösteriliyordu. Tabii ikinci turun da. Zaten kamuoyu araştırmalarının tümünde de bu sonuç çıkıyordu. Ancak gülpembesinden kızıla ve de yeşile kadar solun tüm renklerinin militanlarında o sıralar pek fark edilmeyen bir fikir filizlendi: "Canım nasıl olsa tüm solcular Jospin'e verecek. Ben ilk turda sandığa gitmeyeyim veya hükümet başkanlığı dönemindeki politikalarına tepki koymak için solun marjinal adaylarından birine mührü basayım." Yine kamuoyu araştırmalarına göre Fransız seçmen kitlesinin yarısından fazlasını oluşturan sol eğilimlilerde bu "filiz" dallanıp budaklanınca, bu "habis ur" tüm bünyeye yayılınca, Jospin için felaket, Chirac için ise mucize çıktı sandıktan: Aşırı sağcı Fransız Ulusal Cephe'nin adayı Jean Marie Le Pen, Fransız solunun bu sorumsuzluğu, vurdumduymazlığı, hatta ahlaksızlığı sonucu Jospin'den daha fazla oy almıştı. Ve iktidardaki Sosyalist Parti'nin adayı ikinci tura kalamamıştı. Çünkü ilk iki sırayı alanlar kalıyordu final turuna. Ve ilk turda yeterince sol politikalar izlemediği, "kapitalist" ve "global" düzenin adamı haline geldiği gerekçesiyle Jospin'i cezalandırmaya kalkan sol seçmenler, ikinci turda Le Pen'e geçit vermemek için hayatlarında ilk kez sağcı Chirac'ın paçasına yapışmışlardı. Can havliyle. Ve işte o rekor oy yüzdesiyle... Chirac işte ölümsüzler katına çıkmasını sağlayan zaferin ardından, o yağmurlu pazar gecesi Fransızlar'a "Korkmayın tehlike geçti, demokratik cumhuriyetin yılmaz ve korkusuz bekçisi ve de sizlerin güvencesi olarak ben varım" diyordu. Sonra olağanüstü rövanşının tadını çıkararak ve her sözcükte mutluluk kelebekleri uçurarak gürlüyordu: "Kendine sadık, büyük ideallerine sadık, evrensel ve insancıl değerlerine sadık Fransa'yı selamlıyorum. Tüm güç anlarında olduğu gibi özde buluşmayı başaran Fransa'yı selamlıyorum. Cumhuriyetin yaşaması, ulusun kenetlenmesi ve siyasetin artık değişmesi çağrınızı işittim ve anladım. Bu akşam cumhuriyet sözleşmesini yenileyen hayati bir tercih yaptınız ve gösterdiğiniz güvenle, tarihin bu olağanüstü anında omuzlarıma ölçülemeyecek kadar ağır bir sorumluluk yüklediniz. Bu güveninize kararlılıkla kolları sıvayarak karşılık vereceğim. Özgürlük her şeyden önce güvenlik demektir. Şiddetle mücadele, sokaklardaki güvensizliği ortadan kaldırmak, biliniz ki ilk hedefim olacak. Kardeşlik, emeklililerin korunması demektir. Hiç kimsenin yokluk, yoksulluk çekmemesi için tüm imkanları seferber edeceğim." Böyle uzayıp gitti konuşması. Ama o gece sıraladığı vaatleri asla unutmadı, asla laf olsun diye söylemedi. Hemen ertesi gün bakanlar kurulunu topladı, "Beyler" dedi, "dört şantiye kuruyorum. Dördünde de işi en kısa zamanda bitireceksiniz." Sonra saydı: "Sokaklarda güvenlik, yollarda güvenlik, kanser vakalarının azaltılması, özürlülerin ve engellilerin durumlarının düzeltilmesi..." (Bu sonuncusunun onun için çok özel bir nedeni vardı: İki kızının büyüğü Laurence'in doğuştan zihinsel özürlü olması, aile içinde kanayan yaraydı. Bu yara onu toplumun acılarına karşı son derece duyarlı yapmıştı. Zihinsel özürlülerin yuvalarına gider, onlarla saatlerce birlikte olurdu.) "Gözü yaşlı biri görmeye dayanamaz" diye anlatıyorlar, yakın çevresinde yer alanlar da. Buyurun Chirac'ın yaşam öyküsünü yazan gazeteci Franz-Olivier Giesbert'ten bir anı: 1970'lerin sonunda Paris'te, 6'ncı bölgedeki Saint-Sulpice meydanında yürüyorduk. Benim eve gidiyorduk. Ağlayan bir çocuk çarptı gözüne. Hemen yanına koştu. Annesini kaybetmişti. Bir saati aşkın süre, çocuğun elinden tutup her yerde anneyi aradı. Sonunda bir kafede buldular. Çocuğun ama asıl önemlisi Chirac'ın sevincini görecektiniz." General de Gaulle çizgisinden geliyor ama onu katı bir ideolojik sınıfa hapsetmek mümkün değil. Bunu yandaşları toplumun tümünü kucaklamasını sağlayan bir özellik olarak görüyorlar, karşıtları ise renksizlik, hatta yanar-dönerlik. Bunda gençlik yıllarına solda başlayıp (Komünist Parti'nin yayın organı l'Humanite gazetesini dağıttığı söylenir.) daha sonra sağa ama merkez sağa (çünkü siyasal yaşamının en güç anlarında bile, kaybetmek pahasına da olsa aşırı sağın ittifak önerilerini şiddetle reddetti) geçmesinin payı olsa gerek. Eh burada CV'sini özetlemek farz oldu. 29 Kasım 1932'de Paris'te dünyaya geldi. Babası François özel sektörde orta dereceli yöneticiydi, annesi Marie-Louise ev hanımı. 16 Mart 1956'da soylu bir aileden gelen Bernadette Chodron de Courcel ile evlendi. İki kızları oldu: Laurence ve Claude. Paris Üniversitesi'nde siyasal bilimler okudu, Harvard Üniversitesi'nin yaz okuluna gitti. (Ancak bugüne kadar İngilizce konuştuğunu duyan olmadı.) 1957-59'da Ulusal Yönetim Okulu'nda (bizdeki Ortadoğu Amme İdaresi'nin veya Mülkiye'nin karşılığı) okudu ve 1959 Ağustos'unda sayıştayda göreve başladı. Çok çalışmadı orada; İçişleri'nin Cezayir işlerinden sorumlu bölümüne aktarıldı, 1962'de Başbakan George Pompidou'nun dikkatini çekip sekretaryasına katıldı. İktidar koridorlarına girdiği bu atama kaderini değiştirdi; 1967'de milletvekili seçildi, aynı yıl dördüncü Pompidou Hükümeti'nde sosyal işlerden sorumlu Devlet Bakanlığı'nda müsteşarlığa atandı. Sonra seçim bölgesi Correze'de belediye başkanı oldu (Fransa'da hem milletvekilliği veya bakanlığı hem de belediye başkanlığını yürütmek mümkün), sonra Couve de Murville ve Jacques Chaban-Delmas hükümetlerine (çünkü Pompidou cumhurbaşkanlığına seçilmişti) Devlet Bakanı olarak görev aldı. Yükselişi ondan sonra başladı: Parlamento ile ilişkilerden sorumlu Devlet Bakanı, Tarım Bakanı, İçişleri Bakanı, Başbakan (Cumhurbaşkanı Valery Giscard d'Estaing'in ilk hükümetinde), iktidar partisi liderliği, Paris Belediye Başkanı, yeniden Başbakan (sosyalist Mitterrand döneminde seçimleri de Gaulle'cü parti kazanınca) ve nihayet 1995'te Cumhurbaşkanlığı. Yukarda da belirttiğimiz gibi, girdiği dört cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk ikisinden başı önde çıktı, son ikisinden ise "Sezar" olarak. (Gazeteciler geçenlerde sordular; "2007'de adaylığı düşünüyor musunuz?", sert bir bakış fırlattıktan sonra yanıtladı: "Neden 2012'yi sormuyorsunuz?") Öylesine hırslı. Çünkü iktidar onun yaşam biçimi, hatta yaşam nedeni oldu. Fransızlar hesapladılar; onunla 15 bin günü paylaştılar. Bir başka hesaba göre, 55 milyon nüfuslu Fransa'da onunla el sıkışmayan ya da el sıkışan bir yakını olmayan hiç kimse kalmadı (bazen tokalaşmaktan parmaklarının morardığı anlatılır.) Dediğimiz gibi iktidarı seviyor, Elysee Sarayı'nı seviyor, yaşamayı seviyor. O kadar seviyor ki hayatı, yaşını hiç düşünmemeye çalışıyor, sohbetlerde konu edilmesine asla izin vermiyor. Sadece çok yakın, gençliğinden beri yanında olan ve sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen dostlarına zaman zaman "Önümüzde artık çok zaman kalmadı" diyor iç çekerek. Ama bir adım sonrasına, ölümü hatırlatmasına onların bile hakkı da yok, cesareti de... (İki yıldır işitme güçlüğü çekmeye başladığı rivayetleri dolaşıyor.) Birkaç özelliğini daha aktaralım: Tatil yaptığında çok sıkılıyor, çünkü kamusal yaşam ile özel yaşamı ayırmakta çok beceriksiz. Daha doğrusu kamusal yaşamdan uzaklaştığında denizden çıkmış balığa dönüyor. Sir Winston Churchill'in en ünlü ilkelerinden birini yaşam felsefesine dönüştürdü: Asla spor yapma! Ya da spor öldürür! Tek egzersizi, bürosunu bir uçtan diğerine arşınlamak. Olağanüstü ketum. Kazara birine bir itirafta bulunursa, ağzından bir şey kaçırmaması için onu hemen harcadığı (elbette fiziken değil) sayısız kez görüldü. Chirac'ın, 72 yaşında bile 10-15 yıl sonrasının planlarını yapan, yemeye-içmeye düşkün (2 kalbi, 3 midesi olduğu rivayet ediliyor), Fransa'nın Türkiye sevdalısı Cumhurbaşkanı'nın tüm özelliklerini anlatmaya kalksak, (ortak merakımız olan Japon güreşi Sumo'ya uzmanlık ölçüsünde ilgisine, Çin kaligrafi sanatı koleksiyonuna) iki, hatta üç hafta daha bu sayfayı ona ayırmamız gerekir. İlerde -belki- bir kez daha Chirac'ın portresini çizmek -malum ressam sevdiği konuların birden çok tablosunu yaparmış- umuduyla, onun siyaset anlayışıyla noktalayalım: "Son apartmanın son kapıcı dairesini ziyaret etmeden seçim kazanılmaz. Bir siyasetçi seçim bölgesindeki tüm hemşerilerinin ad ve soyadlarını ezbere bilmek zorundadır. Yetmez; çoluklarının, çocuklarının da. Yetmez; mezardaki yakınlarının da. Yine yetmez; onların sorunlarıyla haşır neşir olmadan, bir somun ekmeği paylaşmadan gönüllerini de alamazsınız, oylarını da..." Bu sözler sizde bir şeyler çağrıştırıyor mu? Evet, evet, bildiniz. O, Fransa'nın Süleyman Demirel'i, o Fransa'nın Baba'sı.