Yeni görsel ideoloji hepimizi kıskıvrak bağlamış ve tutsak etmiştir. Reklamlardan tasarıma, televizyondan internete kadar hayatımız görsellikle kuşatılmıştır
Geçenlerde oturmuş bilgisayarda bir film izliyordum. Çok yeni bir filmdi. Kısa süre önce sinemalarda gösterilmişti. Çekiciydi. Amerikan sinemasında 'indie' denen, ('independent' sözcüğünün kısaltılmışı) 'bağımsız' sinemanın önemli bir örneğiydi. Dikkatle, zevkle izledim. Beni neyin bu filmde çektiğini düşününce cevabı bulmak hiç de öyle zor olmadı. Olanca görselliğiyle karşımda duran yapıt basbayağı bir edebiyat yapıtıydı. Bir romandı, adeta. Haydi işin raconuna uygun söyleyeyim, filmin edebi yanıydı öne çıkan, ağır basan, etkileyici olan.
Tam o sıralarda, uykusuz gecelerin içinde, yeni yayınlanmış bir romanı büyük bir lezzet alarak okumuştum. O da yüksek edebiyat denen türün bir örneğiydi. Öyle genel geçer yapıtlardan değildi. Popüler edebiyat ürünleriyle uzak yakın ilgisi yoktu. Ama kendisini hızla okutabiliyordu. Bunu romanın, neredeyse bir film gibi tasarlanmasına, bir senaryo gibi yazılmasına borçluydu. İnsan adeta kameranın sesini duyuyor, bir film sahnesinin zenginliğini yaşıyordu. Kısacası 'görsel' bir romandı. Romanın 'filmik' veya 'sinematik' yanıydı işe rengini veren.
Bu romandan sonra bahsettiğim filmi görünce, 'Allah Allah bu işin içinde bir iş var' dedim. Nasıl demeyeyim, roman sinemaya dönüşmüştü, sinema da romana. Ne oluyordu?
***
Aslı aranırsa yeni bir şey değil bu.
Modernist romanın o çok çetrefil ilk dönem yapıtları aşıldıktan sonra, 20. yüzyılın
modern klasikleri sayılan yapıtların tamamında bu nitelik görülür. Romanlar, zaman atlamaları, geriye dönüşler, kısa, yalın ama çok çarpıcı betimlemeleriyle, adeta bir film gibi tasarlanmıştır. Bizde bu işin gerçekten ilk uygulayıcılarından ama evrensel düzeyde başarılı uygulayıcılarından
Attila İlhan'ın saptaması yerindeydi: 'İnsanların oturup uzun uzun,
Balzac'ın yaptığı gibi' derdi Attila Bey, tasvir okuyacak halleri yok. Saray kapısını Balzac döneminde gören yoktu, romancı da okurun gözünde canlandırmak için en ince ayrıntısına kadar 10 sayfa anlatmak zorundaydı. Halbuki şimdi görsel dünyada herkesin zihninde o imge, resim, mevcut. Kuvvetli üç beş satırda yerli yerine oturtulabilir.
Doğrudur; Batılı romancılar da bu anlayışı kabullendiler ve uyguladılar.
Dosto Baba'nın büyük romanları da başka nedenlerden ötürü, farklı düzeylerde önemli oldu. Panoramik anlatımları nedeniyle değil.
Sait Faik, başka bir açıdan bakarsanız, bu gergefe dokunmuştur. Onun ardılı sayılan öykücüler, mesela artık tamamen unutulmuş
Oktay Akbal, gene bu soydandır. Akbal cümlelerini bile tamamlamazdı.
Demir Özlü çok güçlü bir öykücüydü ve müthiş bir görselliği çok farklı bir yaklaşımla oluştururdu, insanın içine doğru derinleştirdi.
***
Peki sinema ne olacaktı bu durumda? İlk hesaba göre bildiğini okuyacaktı. Ama pek öyle olmadı.
Avrupa Sineması veya
sanat sineması denen çığır, kim ne derse desin,
1945-75 arasında yaşanmış ve tamamlanmıştır.
Godard başka bir sinematografi dener,
Visconti ayrı bir telden çalar ama hepsi gelir aynı kapıya çıkar. Sinema, bütün yenilikçi görselliğine rağmen, apaçık bir biçimde '
literer'dir, yani edebidir.
Passolini'nin neredeyse
vahşi denebilecek k
omünist İsa'sı çok değişik bir görsel dil oluşturur ama film bitince kafamızda işin o yanı değil metinsel düzeyde getirdiği sorular kalır. Hele büyüklerin en büyüğü
Bergman'a hiç dokunmuyorum, çünkü tepeden tırnağa metin, yazın ve felsefedir. Hatta, Bergman kumaşından bir tel çekiyorum,
Woody Allen oluyor ve bu büyük sinemacının, komedileri bir yana, felsefi diyebileceğim yapıtları, İsveçli büyük ustaya saygılarla doludur ve tamamen edebidir. Allen, bir de Antonioni'ye saygılarını sunar daima. Eh, yazınsal değil de bu sinema nedir, görsel mi?
Bu yapı, sanat sinemasının değişmez özüdür. Hollywood'un patırtısı gürültüsü bu anlayışta yer almaz. Ama gelin görün ki, bugün bir
Antonioni filmi yapmak olanaksızdır veya ne kadar
Hitchcock'tan etkilenirse etkilensin, bir
Truffaut filmi gerçekleştirmek de olanaksızdır. Bugünün yönetmenleri ister istemez 1980 sonrası,
Star Wars ile başlayan, yeni görsellikten kaynaklanmıştır ve yeni bir sinema dilini kullanmak zorundadır. Üstelik, Hollywood, bilhassa son yıllarda,
3D falan diyerek o dili bir kere daha yeniledi. Nasıl kayıtsız kalsın sinemacı buna?
***
Ne var ki, onlar popüler sinema işte. O sinemanın yazınsal ya da felsefi boyutu yoktur demek istemiyorum. Elbette vardır. Ben de zevkle izliyorum. Gene de eğer
popüler sinemayla uğraşmıyorsanız, işin içine bir felsefe, bir derinlik katmanız gerekiyor, bekleniyor; o da işte gelip edebiyat kapısına çıkıyor.
Neill LaBute filmleri böyle,
I am Love filmi böyle, hatta uydurma
Girlfriend Experience böyle,
Come Undone böyle, hatta
American Breakdown böyle.
Ama işin edebiyat kısmı hakkında söylediklerim de doğru ve geçerli. Sinemayı, görselliği, onların devinimini dibine yerleştirmediniz mi, bugün bir romanı, hatta gazete yazısını okutmanız olanaksız.
***
Hangisidir hangisini etkileyen derseniz, yanıtım açık. Görsellik, dile nazaran çok daha hızlı değişiyor. 21. yüzyıl tepeden tırnağa, tıpkı 20. yüzyıl gibi, bir görsel çağdır.
Yeni görsel ideoloji hepimizi kıskıvrak bağlamış ve tutsak etmiştir. Reklamlardan tasarıma, televizyondan internete kadar hayatımız görsellikle kuşatılmıştır. Buna direnmek de, bunu görmezden gelmek de olanaksızdır.
Derrida'nın eski meselesine dönersek ben artık körlerin bile gördüğü kanısındayım.
Böylece edebiyat, elendi, dolandı, geldi,
soyluluğun bir aracı oldu. Bir dönemin
popüler kültür kurucusu edebiyat ve yazınsal kültür bugün artık
yüksek kültürün belkemiği. Üstelik görselliğin desteğine de ihtiyaç duyuyor.
Üzülsem mi, sevinsem mi bilemiyorum. Eşlerin sevgili, sevgililerin eş olması gibi bir şey bu ve galiba çok zor bir durum.