Rönesans biraz da portre resminin keşfidir. Bana göre gelmiş geçmiş en büyüklerden biri olan Pierro della Francesca'nın o iki muazzam portresiyle başlayan bu gelenek bir çırpıda çığ gibi büyüdü ve gelişti. O dönem zaten insanın keşfedildiği dönemdi. Daha önceki çağlarda, gerek antik Yunan'da, Mısır'da, Mezopotamya'da gerekse Gotik dönemde kaderi Tanrı'nın elinde belirlenen insan ilk kez Rönesans'ta kendi kendisine var olan bir varlığa dönüşmüştü. Bazı eleştirmenlerin Shakespeare'i 'İnsanı keşfeden adam' diye nitelendirilmesi bu nedenleydi. Portreler de o insanı başka bir düzeyde anlatıyordu.
Bu gelenek daha sonra da devam edip gitti. Aslında daha önceki dönemlerde portrecilik yoktu denemez. Elbette bir 'suretin' (suratın) anlatımı olarak her dönemde portre vardı. Bunların önemli bir bölümü heykel/büst olarak teşekkül ediyordu. Bugün Sokrates kimdir biliyoruz, zihnimizde bir imge var. Sezar'ı da tanıyoruz. Fakat onları gösteren yapıtlar işin 'yorum' boyutunu eksik bırakmışlardı. Bu da çok zor bir şeydi. Portrecilik hem objektif olmayı gerektiren hem de bu yorum boyutunu zorunlu kılan bir 'sentez'dir.
Sonradan bu çaba başka alanlara yayıldı. İktidarlar portre resmini kullanabildiği kadar kullandı. İyi bir şey kötü yapılırsa daha da kötü olur. Ama iyi bir şeyin iyi yapılması kadar ebedileşen başka bir şey bulmak da çok zordur. Nitekim, David'in Napolyon portreleri bu bakımdan çok önemlidir. Fazla destanidir, zaten o dönem neo-klasisizmi keşfettiği için David, Sokrates'i bile bir atlet gibi resmetmiştir ama yarattığı ortam büyüleyicidir. İnsanın ortak bilinçaltındaki güç, ebediyet, kahramanlık olgularına gönderme yapar ve insanı bir anda kıskıvrak yakalar. Şahlanmış atının üstünde, pelerinleri savrulan Napolyon görüntüsünden kim etkilenmez? Sevip sevmemekse ayrı bir şeydir.
***
Türkiye'de bu tarih çok kısıtlıdır. Osmanlı padişahları daha
Fatih'ten başlayarak portrelerini yaptırmaya merak saldılar. Fatih bir Rönesans adamı olduğu için
Gentile Bellini'yi getirtip ona yükledi bu işi ve ortaya eşsiz bir tablo çıktı. Ama
Julian Raby'nin çok öğretici kitabında anlattığı gibi Rönesans İtalya'sında
II. Mehmet'e ilgi vardı. Fatih de resimlerine meraklıydı.
Costanzo de Ferrara şimdi
Ashmolean Müzesi'nde olan eşsiz madalyaları tersim etmişti. Aynı şekilde
Bertoldo di Giovanni de benzeri bir işi başarmıştı ve bütün bunlar 1480'li yıllarda gerçekleşiyordu. Ayrıca sonradan
Oktay Rifat'ın üstüne içli bir şiir de yazacağı
Siblizade'nin yaptığı portresi de muazzamdır Fatih'in.
II. Mahmud devlet dairelerine resmini astıran ilk padişahtı.
III. Selim'in tablosu da mükemmeldir. Ve gariptir, 1789 yılında tahta oturan bu büyük padişahtan sonra etkileyici portreler yoktur. Belki fotoğrafın ortaya çıkması bu işe sebep olmuştur.
Şehzade Abdülmecid çok büyük bir ressamdı. Onun elinden çıkan portreler de güçlüdür ama artık başka bir arayış söz konusuydu.
Sonra Atatürk ve İnönü dönemi gelir. Atatürk kendisine aşırı derecede düşkündü. Yaşarken heykelini diktiren ilk devlet başkanı olacak kadar görüntüsüne ve etkisine dikkatliydi. Yurtdışından da yurtiçinden de ressamlara portrelerini yaptırdı.
Vilhelm Victor Krausz'un yaptığı gençlik portresiyle
Arthur Krampf'ın yaptığı portreleri gerçekten çok güçlüdür. Fazla önemli bir ressam olmasa da
Feyhaman Duran'ın,
İbrahim Çallı'nın resimleri etkileyicidir. Daha sonraki cumhurbaşkanları içinde
İnönü öne çıkar bu konuda. Ardından da silinip gider bu gelenek. Oysa Batı'da yaşıyor. 20. yüzyılın en büyük portrecilerinden
Lucien Freud ölene kadar birçok insanın portresini yaptı.
Francis Bacon da bu kervana katılmıştı. İngiltere Kraliçesinin portresini yapmak için adeta insanlar birbiriyle yarışır. Freud'un tablosu da epey gürültü koparmıştı. Hepsinden önemlisi şudur: Amerika'da her kurumun başındaki kişinin portresi yapılır. Resmi değil o portreler kurumlara asılır. Bu çok güzel, çok önemli ve çok değerli bir gelenektir.
***
Cumhurbaşkanı Gül'ün geçen Cumhuriyet Bayramı sırasında eski cumhurbaşkanlarının portrelerini yaptırarak köşke astırması son derecede önemli bir girişimdir. Bir kere ezeli derdimiz olan o ayrımlar, bölünmeler, bu suretle ortadan kalkmıştır. Devletin kendi tarihine saygısıdır bu. İkincisi, bu adımla, sanatın getirdiği siyasal kişi yorumuna kapı aralanmıştır ve bu en üst düzeyde bir özgürlük dairesinde gerçekleşmiştir. Her portre bir ressamın yorumudur. Cumhurbaşkanlığı o yorumu kabul etmiştir. Üçüncüsü, portrelerin köşke asılması bir hafıza sürekliliğinin işaretidir.
Portre insanı keşfetmektir. Cumhurbaşkanları üstünden yeni bir keşif dönemi başlatılıyor. Bunun burada kalmaması devam etmesi gerekiyor. Bir gelenek doğmalı: Her yeni cumhurbaşkanı görevi devraldığı cumhurbaşkanının resmini, o son törende duvara asmalı. Tarih portrelerle yazılır.