40 yıl önce kaybettiğimiz Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın Mavi Sürgün kitabının kimi bölümleri, Türk edebiyatında aşılamamış anlatı örnekleridir
GEÇEN hafta Londra'da yeniden British Museum'un koridorlarında dolaşırken aslında, Japon erotik, hatta pornografik resim kültürünü gösteren Shunga sergisini görmek maksadındaydım. Ama Sümerli, Mısırlı, Iraklı, Yemenli, Yunan akrabalarımla görüşmemek olmazdı. Ayaklarım beni müzenin iç içe üç odada üç kaçırılmış abideyi barındıran kısmına götürecekti.
Atina'daki Parthenon frizleri, tüm haşmetiyle oradaydı. Lord Elgin Osmanlı sultanını kandırarak alıp götürmüştü, tapınağın kabartmalarını. Ön odasında, Antalya'nın Kınık ilçesinde, antik Yunan'da Likya denen kentteki abide duruyordu. 1840'ta Charles Fellows 'iç etmişti'. Nihayet Halikarnassos tapınağı; 1846'da Lord Stratford de Redcliffe getirmişti.
Abidenin önünde dururken Halikarnas Balıkçısı'nı/Cevat Şakir Kabaağaçlı'yı anımsamamak mümkün mü?
***
Geçenlerde 'bu'
Balıkçı'nın 40. ölüm yıldönümüydü. Gel de hatırlama... Orta okulu bitirip liseye başladığım yıl aklım bir anda antik Yunan'a kaydı. Ankara Koleji'nde lise 1. sınıftaki tarih öğretmenimiz
Hilal Nermin Gül, benimle özel olarak uğraşırdı. Bütün Antik Yunan bilgisini edinmemi tek başına o sağlamıştır. O aralar bir yandan o dönem tarihini, felsefesini okuyorum, notlar, 0,1,2 gidiyor ama kimse dokunmuyor, bir yandan da edebiyat hocası
Nükhet Kayserilioğlu, beni
Sanat Sevenler Derneği'ne götürüyor.
Zaten Balıkçı'nın ve diğer Mavi Anadolu yazarlarının,
Azra Erhat ve
Sabahattin Eyüboğlu'nun tutkunu olmuşum (İçlerinde en az Eyüboğlu'nu sevmişimdir ve neden o derecede 'abartıldığını' hiç anlamamışımdır, yazar olarak). Derken Balıkçı ölüyor. SSD'de bir akşam
Azra Erhat var, galiba
Rabelais çevirisini anlatıyor. Sonunda Rükzan Hanım ayağa kalkıp, "Azra Erhat bize bir de Balıkçı'nın cenaze törenini anlatsın" diyor. O da anlatıyor. Müthiş bir şeyden bahsettiği besbelli. Bütün Bodrum ayakta ve cenaze toprağa verildikten sonra Balıkçı'nın yakın dostu balıkçıların nasıl toprağı bütün gövdeleriyle yoğurduğunu anlatıyor. Gidip mezarı görmeye karar veriyorum! İşte 40 yıl olmuş.
***
Balıkçı her bakımdan bir efsaneydi. Günün birinde
Hayri Amca sır verir gibi babasını öldürdüğünü söylemişti. Ara tara hiçbir şey bulamadım hakkında, kırık dökük birkaç bilgi dışında. Yıllarca bu giz devam etti. Ancak birkaç yıl önce oğlu
Sina Kabaağaç, Dün Sanki Bin Yıllık Uzak Bir Zamandır adlı kitabıyla bir yanından ve kızı
İsmet Kabaağaçlı Noonan bir başka yanından ele alınca iş biraz aydınlanır gibi oldu. Sadece o değil. O büyük bir kişisel tragedyaydı ama Balıkçı işte İstiklal Mahkemesi tarafından Bodrum'a sürgün edilmişti ve orada kimliğini, kişiliğini bulmuştu. Koca Cevat Paşa'nın oğlu, Oxford'da okumuş (Bütün bu bilgiler hâlâ aydınlatılmayı bekliyor, ah, biyografi edebiyatımızın sefaleti...), sonra kendi tabiriyle bütün öğrendiklerini unutup yazdıklarını yazmaya başlamış.
***
İki düzlemde yazıyordu. Bir, edebiyat:
Roman ve öykü. İki, yarı arkeoloji, yarı sanat tarihi, yarı ideolojik bir metin:
Anadolu uygarlıkları, aralarındaki ilişkiler.
Balıkçı, bir dönemde ortaya çıkan bu
Mavi Anadolu düşüncesine nasıl geldi, o da irdelenmeyi bekleyen bir muammadır.
Fakat bu düşüncenin
Kemalist düşünceyi '
hümanist' bir zemine oturtma gayretinin uzantısı olduğu aşikardır. Daha sonra
Suat Sinanoğlu gibi akademisyenler tarafından teorisi yapılan bu girişim o yanıyla etkisiz kaldı.
Balıkçının öyle teorik işlerle ilgisi yoktu. Büyük bir bilgi birikiminin içinden yazıyordu ama asıl meselesi coşkularıydı.
Bildiği diller, eğitimi ona imkanlar sağlamıştı, o da bulunduğu coğrafyanın üzerinde yarattığı etkiyi de işin içine katarak Akdeniz'i
Altıncı Kıta ilan ediyordu. Bugün de görüşlerinin harmanlanıp değerlendirilecek yanı elbette çoktur. Fakat Balıkçı'nın edebiyatçılığı da unutuldu. Oysa o edebiyat gerçekten çok özel bazı niteliklere sahiptir. En başta o '
Dionizyak' anlatımı vardı. Deniz, onun öykü ve romanlarında bir edebiyat kişiliğine dönüşür. Benim içinse
Mavi Sürgün tek başına Türk edebiyatının en coşkulu ve eşi menendi tek kelimeyle olmayan sayfalarını, anlatımını içerir. İtiraf edeyim ki, Bodrum'u, iki askerin yedeğinde yürürken bir tepeden ilk kez gördüğü anı anlatan satırları, evini kiralayıp içinde geçirdiği ilk geceyi dile getiren bölümü sadece Balıkçı'da mevcut olan aşılamamış bir anlatıdır. Her yıl birkaç kez okumak görevlerim arasındadır.
Her yazar öldükten sonra 30-40 yıl unutulup sonra yeniden keşfedilir. Balıkçı 40. yılını doldurdu. Hâlâ sürgünde mi kalmalı?