Geçenlerde pek de ahım şahım olmayan bir yabancı gazeteye bakıyordum.
Sıradan bir röportaj gözüme çarptı. Ne konu ilgimi çekiyordu ne de konuşulan kişi. Beni olduğum yere mıhlayan fotoğraflardı. Görüşülen kişinin müthiş pozlarını yakalamıştı fotoğrafçı. O zaman anladım Ara Güler ustamızın onca muhteşem fotoğrafı çekmesine rağmen kendisini neden sürekli olarak 'muhabir' diye nitelendirdiğini. Gazete ve dergi fotoğrafçılığı öyle sıradan bir şey değildir.
Nasıl olabilir ki? Gazete fotoğrafçılığı, elenir, dolanır gelip portre fotoğrafçılığının bir parçası olur. Portre ise resim de olsa, fotoğraf da olsa kültürün en önemli parçalarından biridir. Rönesans'ta keşfedilen bu büyük tür, hayli karmaşık ve zor bir alanı meydana getirir. O basit ve son derecede yüzeyselmiş gibi duran kişi görüntüsü, aslında o şahsın bir parçası olduğu kültürün bir uzantısıdır.
Tek bir kişinin o suretinden hareketle bütün bir toplumun ve tarihin, tüm kültürel göstergelerin çözümlemesine olanak verir portrecilik.
Bugüne kadar kültür tarihinin ve sanat tarihinin yaptığı da budur: O görüntüsüne bakıp, arkasında yatan büyük kanavayı ortaya çıkarmak.
Hiç kuşku duymayın, gazete fotoğrafı da buna olanak verir, eğer güçlü bir görüntüyse.
Hatta iyi çekilmiş, her şeyi doğru tasarlanıp oturtulmuş bir gazete fotoğrafının anlam çerçevesi bu derecede geniştir. İyi bir gazete portresi sadece o kişinin söz konusu görüşmede veya yazıda dile getirdiği görüşleri, içinde bulunduğu genel koşulları anlatan, ifade eden, öyküleyen bir görsellik oluşturmakla kalmaz.
Bir dönemin tanıklığı da olur o fotoğraf.
FOTOĞRAFTA ESKİ DERİNLİK KALMADI
Son yıllarda bu konuda ne kadar züğürtüz anlatamam ve bu beni hayretten hayrete düşürüyor.
Bir dönemin fotoğrafçıları tarafından çekilip gazetelerde yayımlanan fotoğraflara bakınız. Bir de bu günlerde bütün gazetelerde yayımlanan birbirinin aynı, taklidi olan görüntüleri onlarla karşılaştırınız. Daha öncekilerde derinlik, yukarıda tanımladığım özellikleri kapsayan, içeren, özellikler yer alır, bir yüz (ve beden) fotoğrafı kırk kapıyı açan anahtara dönüşürken bugünkü yavan, kuru resimler insanda ikrah hissi uyandırıyor.
Bütün erkekler ellerini göğsünde kavuşturuyor; alçak dağlar ne kelime "Sıra dağları ben yarattım" diyor. Bütün kadınların elleri ceplerinde, hepsi aynı itici hava içinde. Bir de o acayip görüşmeci-görüşülen ilişkilerinin resimleri var. Olmadık sahneler yaratarak okuyucu çekmek çabasını anlıyorum da resimle görüşme/görüşülen kişi arasındaki ilişkinin ne olduğunu anlamıyorum.
Bu durumu sadece bizdeki fotoğraf geleneğinin olmasına, olmamasına bağlayamayız.
Doğrudur, portrecilik bizde öyle uzun geçmişi olan bir dal değildir. Perspektif geçmişimiz olmadığından portrelerde de kendimize özgü ilginç yöntemler uygulamışızdır. Sadece biz değil, bütün Batı dışı toplumlarda benzeri özgül sorunsallar vardır bu konularda. Ama onlar bile o nitelikleri nedeniyle çok önemli ifadeler içerirler. Hele hele daha önceki dönemlerin büyük fotoğrafçıları tarafından oluşturulan görselliklerden sonra işi getirip yoksunluğumuza bağlamak olanaksız.
Geriye bu olumsuz durumu açıklayacak birkaç unsur kalıyor. Birincisi, hayatımızın her noktasını kaplayan ve bizi artık boğan sıradanlık, vurdumduymazlık, önemsemezlik.
İş olsun, dostlar alışverişte görsün kabilinden yapıyoruz her şeyi. Gazete fotoğrafçılığı bundan nasibini almayacak mı? 'İhtisas' neredeyse unuttuğumuz bir kavram. İkincisi, haydi her şeye rağmen resimlere bakıp konuşayım, bu ham halat fotoğraflardan fışkıran o görüntülerin ortak dilini neredeyse küstahlığa varmış bir narsisizm oluşturuyor. 'Benim' fotoğrafım değil çekilen. Benim 'halimin', yeni moda deyişle 'duruşumun' resmi. O nedenle olduğum ben değil, fotoğraflara, olmak istediğim, görünmek, algılanmak istediğim görüntüyü yansıtıyorum. Fotoğrafçı da bunu kabul ediyor. Çünkü o da aynı görsel ideolojinin tesiri altında ve 'öyle' yani narsisistik bir resim hazırlamazsa gazetenin veya röportajın önemi zayıflayacak sanıyor.
Oysa önemi zayıflayan kendisi ve yaptığı iştir.