Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Bond... James Bond

İlk Bond filminin yapılışının üstünden 50, ilk romanının yazılışının üstünden ise tam 60 yıl geçti. Bu sürede bir fenomen haline gelen Bond'la aramızda kopmayan bir bağ oluştu

1962 tarihli ilk James Bond filmi Dr. No'yu ancak çok sonraları, 1960'lı yıllar bitmek üzereyken Ankara'da Büyük Sinema salonunda izledim.
Tıpkı Rusya'dan Sevgilerle'yi, Goldfinger'ı da filmlerin daima birkaç yıl sonra geldiği Türkiye'de hayli gecikerek seyrettiğim gibi. Hani günü gününe izlediğim ilk film hangisidir, diye düşündüğümde cevap ya Yalnızca İki Kere Yaşarsın'dır (You Only Live Twice) ya da Majestelerinin Emrinde... İlk filmlere hayli zaman sonra erişiyorduk, ama Bond çocuklukla ilk gençlik arasındaki o bulanık hayatımıza girmişti.
Baştan gördüklerimizi sadece birer 'macera ve aşk' filmi olarak kabullenecektik. Arkalarındaki derinliğe gözümü ilk açan, Roger Moore'un oynadığı ilk 'kordelayı' (Live and Let Die) İstanbul'da izledikten hemen sonra yaptığı bir Ankara seyahatinde anlatan yakışıklı, bıçkın, duygulu, duygusal, külyutmaz, fiyakalı dayım oldu. İlk sahneyi her zamanki gibi gülerek, eğlenerek, tadını çıkara çıkara anlatmıştı.

BU İŞLER AKIL MESELESİ
Adamın biri Bond tarafından küreme makinesinin ağzına itiliyor, az sonra araç, borusundan, kıpkırmızı bir kar püskürtmeye başlıyordu. Dayım bu hararetli sahneden etkilenmişti etkilenmesine ama "Yahu," dedi, "böyle bir sahneyi göstermek kolay iş değil. Bu, insanların gizli duygularını harekete geçirmek manasına gelir." Sonra da en akıllı, en kültürlü insanlarımıza bile hakim olan o garip şaşkınlık duygusuyla ve daima gizli bir şey varmış da onu sadece biz ortaya çıkarıyormuşuz edasıyla ekleyip, bir sır verir gibi, "Zaten," dedi "ben baktım, bu filmlerde hep alttan alta işleyen acayip şeyler oluyor. Bu işleri yapmak akıl meselesi..." Söylediklerini yerli yerine ancak bir 'karine'yle oturttum. Dayım oldum bittim Hitchcock severdi. O sıralarda gösterilen Kuşlar filmini de benzeri şekilde anlatmıştı. Atlamadan: "İnsanı böyle korkutmak sinemada bir iştir, bunun 'numaraları' vardır."
Çok sonradan Bond filmlerine bu anlayışla gittim. Zaten Hollywood sinemasını da o nedenle önemserim. O sinema apaçık bir biçimde öykü anlatmaya dayanır. ABD, melodisiz müzik, konusuz resim, öyküsüz film sevmez. Bond filmleri de harıl harıl başlar. Bir macera insanı sarar. İki saat sonra sizi kapının önüne bıraktıklarından ağır sıklet boksöründen dayak yemiş gibisinizdir. Ama bir süre sonra filmin içinize işlediğini fark edersiniz. O yetmez. Film ve tipleri, karakterleri artık hayatınızın bir parçası olmuştur. Onları taklit edenler, özenenler olur. Ben de bazen kendimi şatafatlı bir toplantıda, 'Bond... James Bond' diye tanıtırken yakalamışımdır.
Hollywood da işin bu yanını abarttıkça abartır. Konu sinemadan çıkar, gelir popüler kültürün alanına girer. Bond, artık sadece Bond değildir. Karmaşık, kapsamlı bir 'kült'tür. Ona atfen yeni bir kültür üretilmeye başlanır. Bond artık toplumsal bir anlam kazanır. Tarihi oluşur. Üst üste binen, yığılan filmler onu hayatı sorgulanan, deşilen, yeniden kurgulanan bir 'kahramana' dönüştürür. Derhal muazzam bir literatür teşekkül eder. İncelenmedik bir yanı kalmaz Bond'un. Sonunda insan sorar; acaba gerçek Bond hangisi? Üstüne yazıla düşünüle şişirilmiş olanı mı, Ian Fleming'in elinden çıkmış ve romanlarına girmiş o cılız kahraman mı? (Semiyolojinin büyük babalarından Umberto Eco bile Bond romanlarını, Bond'u "Neden etkili oluyor?" diye incelemedi mi?) Yalan değil söylediğim.
Fleming, kahramanının adını bile bir kuşbilimcisinin isminden devşirmiş. Kupkuru, sıkıcı, hiçbir merak uyandırmayan, dümdüz bir isim diye adamın James Bond olan adını almış. İşin içyüzü belki böyle, ama Batılı düşünme sistemimiz, muhakememiz işte durduğu yerde durmuyor. Fleming'in, kendisi bile kontrol edemiyor Bond'u bir süre sonra. Her kitabında başka bir katmanı çıkıyor ortaya 007'nin. O kadar ki, artık bizi bize anlatan bir varlığa dönüşüyor. Hele Hollywood girince işin içine, artık kadınlarından otomobillerine, içtiği içkilerden kılık kıyafetine kadar bambaşka bir Bond karışıyor aramıza. Onu değil, aslında kendimizi konuşuyoruz.
Hepsinin ötesinde başka bir 'gerçek' var: Bond politik bir arka plana yaslandı her zaman. Bilinçaltı ve siyasettir onu bu derecede etkili kılan. Agatha Christie'nin kahramanı Hercule Poirot'sunun bu kadar başarılı olamamasının nedenini de bu sularda aramak gerek. Üç büyük fark vardır bu iki tip arasında. Poirot son derecede karmaşıktır, Bond yalın. Poirot hedonisttir, Bond sadece martinileri, otomobilleri ve kadınları sever. (Bakmayın öyle şıkır şıkır giyinmesine filan. Onlar Hollywood eklemeleridir. Madem öyle şunu da ekleyeyim: Yazarın kafasındaki tip şarkıcı Hoagy Carmichael'miş.) Poirot siyasete kapalıdır, Bond emperyal bir dünyanın ajanıdır. Savaş soğur, Bond ısınır, savaş ısınır, Bond soğur!
Evet, galiba bam teli bu işin: Bond, Amerikan yalınlığıyla girer hayatımıza. Bizi arkadan kuşatır. Bir süre sonra onun imgesinde biz kendimizi izler ve çözümlemeye çalışırız. Her Bond filmi, sinema kurgusunun o meşhur 'kahramanın yolculuğu' şeması üstüne kuruludur. Antik Yunan'dan beri gelen tragedya kurgusuna dayanır.

KAHRAMANDAN, GARİBANA DÖNÜŞTÜ
Son filmde ne oluyor? Bence Sam Mendes, Hollywood'un Bond'a eklediklerini teker teker geri alıyor. Bir defa tam bir gariban ve mağlup adam (looser) rolünde, konumunda Bond. Her şeyini yitirmiş. Karşısındaki kötü adam da bunu apaçık dile getiriyor. Herif zaten bütün sınavlardan çakmış durumda. Bir de çocukluğun dile getirilmesi var. Baba evinin bombayla uçurulması az buz bir tema değil. İki, Mendes, o meşhur M'yi de didik didik ediyor. Erkek çocuklar ve anaları tipolojisi etrafında olabilecek en uç noktada 'kötü' bir anne figürü geliştiriliyor. Daha ne olsun, yıkılmış, bitmiş oğlunu ölümün pençesine atacak kadar. (Kadın, Bond'u sevgilisine vurdurtuyor. Sonra o sevgili/ katil Bond'la al takke ver külah. Katil-cellat-kurban üçlemesine buyurun bir gönderme...) Üstelik Bond 'iyi çocuk'. Kötü zaten almış başını gitmiş. Beterin beteri, aynı anne iktidar hesaplarıyla iki oğlu birbirine kırdırıyor. Üç, Bond çağın değişimiyle de sıfırı tüketmiş bir vaziyette. Hayatı anlamıyor. Teknolojiden bihaber. Fakat ilginç olanı aynı şey M için de geçerli. Onu da 'emekliye sevk işlemine' tabi tutmuşlar. Ama sonunda her şeye rağmen kuyruklar dik. Emperyal İngiliz gizli örgütleri, gene kendi içinden yenilenecek!
Yani bildiğimiz o maceraların arkasında içimize işleyen, farkında olmasak da bizi derinden etkileyen bir alt tabaka var. Bond'la aramızdaki kopmaz bağı kuran bunlardır; malum 'bond' İngilizcede bağ demektir. İşte böyle. 50 yıl geldi geçti, ilk filmin üstünden. Ama seneye, ilk romanın (Casino Royal) 60. yılı. Bekleyelim bakalım Bond kültüne neler ekleneceğini.
Not: Bir de hocalık yapayım. Bütün bu belirttiklerimi ele alan makalelerden oluşmuş nefis bir akademik kitap: James Bond Phenomenon: A Critical Reader.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA