Kısa ama lezzetli, lezzetli ama yoğun bir yolculuktan dönüyordum İstanbul'a. Dünyanın daha önce bulunduğum hiçbir yerine benzemeyen bir coğrafyasında Endülüs'te, Gırnata (Granada) ve Kurtuba'da (Cordoba) dört gün geçirmiştim.
Sadece benim için ayrıksı veya şaşırtıcı değil ki bu bölge. Bütün Avrupa kültürü ve coğrafyası için de benzersiz. Berberiler, Emeviler, Abbasiler bu bölgeye girdi 8. yüzyılda. İç kırılmalarıyla 15. yüzyıl sonuna kadar kaldılar. İspanyol Reconquista'sı (fethi) Katolisizm adına onları bu coğrafyadan çıkarmakla yetinmedi. O 1492'de, bir zamanlar Müslüman halifelerin yaşadığı sarayda, Elhamra'da, İspanya Kralı, Kristof Kolomb'u kabul etti, ona gidip Yeni Dünya'yı bulması için yol verdi. Yepyeni bir tarih başladı. O tarihin sonuçlarını almak, daha epey zaman alacaktı. Oysa 15. yüzyılda Batı'nın Rönesansı dolu dizgin ilerliyordu. Rönesans dediğimiz, uzun bir yolculuğun son durağıydı. Araplar/Müslümanlar hiçbir komplekse kapılmaksızın Antik Yunan'ın temel felsefe ve ona içkin matematik metinlerini kendi diline aktarmış, geliştirmiş, uygulamalarını gerçekleştirmişti. Bağdat'ta ve Kurtuba'da yeşeren büyük uygarlık bu anlayışın, bu etkileşimin sonucuydu. Avrupa o Arapça metinleri, yeniden Latinceye çevirerek kendisini dönüştürdü. Rönesans budur ve gerçekten Endülüs'ten türemiştir.
Şimdi gidip o günlerden kalmış Arap ve Yahudi mahallelerinin sokaklarında gezdiğim Kurtuba'da, 11. yüzyılda, 500 binle 1 milyon arasında kişi yaşıyordu. Avrupa'nın en büyük merkeziydi. Bugün şatafatlı, ama yapının diğer bölümleriyle hayli iğreti bir ilişki kuran kilisenin içine oturduğu büyük Emevi Camii, kente olanca görkemiyle kurulmuştu.
Kurtuba kitaplığında 1 milyon kitap vardı.
Dillere değil hayallere destan olan Elhamra sarayları, bahçeleri Gırnata tepelerinde yayılıyordu. Kurtuba'da Yahudi mahalleleri vardı. Elhamra'nın altlarına Albayzin denen Arap mahalleleri yayılıyordu. Kurtuba, Arap hamamlarıyla yüklüydü. Elhamra bahçeleri sularla sayısız oyunlar kuruyordu. Sonra bu saltanatın yerinde yeller esmeye başladı. Elhamra gözden ırak tutulmayacak bir yer olduğundan İspanyol kralları, yeni eklemeler yaptı ve o bütünü korudu Ama kendi fetihlerini tamamladıklarında bile saray yaklaşık 600 yıllıktı. Bazı bölümlerini daha o zaman yıktılar.
İçine yeni yapılar kurdular. Zamanla terk ettiler. Yapı kendi kaderine bırakıldı.
Amerikan diplomatı ve yazar Washington Irving bir gün geldi, sarayın unutulmuş, çingenelerin, evsiz barksızların yaşadığı harabe odalarından birinde yattı. Gitti 1832'de bir kitap yazıp gördüklerini anlattı. Saray tam viraneye dönmüştü. 19. yüzyılın yarattığı büyük Oryantalist rüyanın ışığında insanlar geldiler, duvarlarında kalan çinileri kırdılar, yoldular, aldılar, götürdüler. Büyük İslam Sanatı tarihçisi ve Alhambra kitabının yazarı Oleg Grabar bir konuşmamızda "Elhamra'yı görmek için British Museum'a gitmek gerek," demişti. Derken 19. yüzyılın o akıl almaz restorasyonu başladı. Mimarlar 'olsa olsa' mantığıyla ve böylesi daha güzel olur diyerek, o kompleksi adeta yeniden inşa etti.
GÖRKEMLİ EMEVİ CAMİİ
Ama Kurtuba biraz daha şanslı.
Taş yapılar yerinde duruyor. Bugün de Romalılardan kalma yapılar yerli yerinde. Katolisizmin neredeyse Mekkesi olmasına rağmen sokaklarında Arapları, Çingeneleri, Yahudileri görmek kabil. Kurtuba Araplardan önce de önemli bir merkez. Başlangıçta şehre Romalılar hakim olmuş. O dönemden kalan yapılar da ayakta. Ama asıl yapı bir büyük ada gibi uzanan Emevi Camii. Hiç kuşkusuz derya deniz, müthiş etkileyici bir yapı. Uzun bir öyküsü var. Yerinde daha önce Roma dönemine ait bir kilise yer alıyormuş.
Müslümanların kenti fethinden sonra kiliseyi iki dinin mensubu da kullanıyormuş. Fakat I. Abdurrahman iktidara gelince, Hıristiyanların kendi kiliselerini onarıp yeniden yapmasına izin verdiği gibi, caminin yapılacağı bölümü de onlardan satın alıyor ve 8. yüzyılın sonunda inşaat başlıyor.
Her büyük Ortaçağ yapısı gibi inşası uzun sürüyor. Tamamlandığında döneminin en görkemli yapısı. İspanyol fethi, camiyi yeniden kiliseye, ama bu defa çok muhteşem bir yapıya dönüştürüyor. Dönüştürümle birlikte içine bir katedral inşa ediyor. Cami 856 kolon üstünde yükseliyor. Ama ben yalın, boz renkli dış duvarlarını ve üslubunu en az içi kadar etkileyici buldum. Bir İslam yapısı olarak da ayrıca Sinan'ın kendi üslubunu oluştururken bu yapıları görmediğini, pek etkilenmediğini düşündüm. Hiçbir etki almamıştır diyecek halde değilim, ama onun kaynakları doğrudan Bizans-Roma kökenliydi ve herhalde Osmanlı'nın farkı da bu tür özelliklerden kaynaklanıyordu.
Elhamra'nın tepelerini tuttuğu Gıranada ayrı ve çok güzel bir şehir. İspanya iç savaşının büyük acılarını taşıyor. Lorca, buradaki evinden alındı, Frankocu Faşistler tarafından bir dağda kurşuna dizildi.
BÖLGENİN MERKEZİ SEVILLA
Bu geziden bende ne kaldı?
Birincisi, bu bölge İspanya'nın Akdeniz sahili. Yazın milyonlarca turist geliyor. Yaz tatili için gidenler, mutlaka bu andığım yerleri görmeli. Bölgenin merkezi İşbilya (Sevilla). Ama sadece buraları değil Güney Rönesansı'nın merkezi sayılan Baeza ve Jaen kasabalarını da görmeli.
İkincisi, çarpıcı bir tarih Endülüs tarihi.
Karmaşık bir kültüre sahip. 'Zil, şal ve gül'ün gerçekten anavatanı. Flamenkonun diyarı. Onu da Çingenelerle Araplar birlikte oluşturmuş. Birbirlerinden etkilenerek meydana getirmişler. Yazın bölge, boğa güreşlerinin en önemli merkezlerinden biri.
Bu iki olgu ortaya yoğun ve irdelenmesi gereken bir tarih karmaşası çıkarıyor.
Üçüncüsü, bugüne kadar çok camiye çevrilen kilise gördük, ama kiliseye çevrilen camii, hele bu derecede görkemli bir camii, ancak orada görmek kabil. Böyle düşününce bende bambaşka bir duyarlılık kaldı. Üç dini bir arada yaşatan tek uygarlık, Müslüman uygarlığı. Bu İspanya'da da Osmanlı'da da böyleydi. İspanyol Katolisizmi'nin bölgeyi fethinden sonra Müslümanlar kılıçtan geçirildi. Kısa sürede aynısı Yahudilere uygulandı ve unutmayalım, 1492'de II. Bayezid İstanbul'daki kollarını bu insanlara açtı. O gün bu gündür, kilise, havra ve cami yan yana bu ülkede ve uygarlıkta.
Endülüs hayal ve tarih ülkesi!