Geçen hafta ateş almaya gider gibi Paris'e gittim.
Paris her zamanki Paris. Yağmurların, sislerin şehri. Gene de 12 milyonluk nüfusuna rağmen bir sokağa saptınız mı, isterse en yoğun kent merkezinde olsun, insan ansızın kalın bir duvara benzeyen o canım sessizliğe çarpıyor. Sonbahar ayrı bir tat veriyor bu şehre. Son zamanların gözde romancılarından, benim de ilgiyle okuduğum Michel Houellebecq, Haritalar ve Topraklar isimli romanında Paris'in en güzel zamanının sonbahar olduğunu belirtiyor. Eğer şakır şakır bir yağmur yağmıyorsa doğrudur. Paris'te Sonbahar müziği de eski yıllardan bir anı olarak aklımızdadır, o sessiz, at kestanelerinin ve çınarların yapraklarını indirdiği sokakları, adım adım ölçerken.Herhalde dünya edebiyatında üstüne daha fazla mürekkep sıçratılmış ikinci bir kent yoktur. Doğal. Dünyada bugün bildiğimiz edebiyat 19. yüzyılda başladı. Roman bir 19. yüzyıl icadıdır örneğin, her ne kadar Don Kişot ilk roman olarak 17. yüzyıl başında kaleme alındıysa da. Büyük Fransız romanı da büyük Rus romanı da o çağda oluşturuldu. Fransa o dönemde bilimde, sanatta ve edebiyatta dünyanın merkeziydi. İnsanlar o kente aktılar ve onu yazdılar. El hak, o da bunu hak ediyordu.
Fransa bir Ortaçağ ülkesiydi. O dönemin alışkanlıklarını yitirmeden ya da çok gizli bir kod olarak kültürüne yedirerek dönüştü. Yemek ve içmek, kültür, giyim ve kuşam alışkanlıkları o çağların izlerini taşıdı. Fransa klasiğini baroğun içinde oluşturdu. Versaille Sarayı'na yerleştirdiği anlayışı bugüne kadar renk ve çizgi olarak devam etti.
O 'düzenli dağınıklık' dedikleri giyim tarzı, o bohem anlayışları, kadın erkek ilişkilerinin karmaşık yapısı, okuma ve yazmayla olan tutkusal hesaplaşmaları bu şehri modernliğin başkenti olduğu sırada da götürüp geçmişte bir yerlere bağladı. Burjuvazi bu zincire eklendi. Neredeyse asırlarca ayakta kalan aynı evde oturmak, çağlara yayılmış bir kitap, resim ve mobilya koleksiyonuyla iç içe olmak geçmiş-bugün hattını daima canlı tuttu bu ülkede. Boynuna büyük eşarplar sarmış, kocaman ve kaba paltosuna bürünmüş, büyük takılar takmış bir erkeğe bakınca insan onu modernitenin son evresindeki bir resim olarak mı nakşedecek zihnine, yoksa geçmişin, ortaçağların derinliklerinden gelen biri olarak mı?
KENTİN KENDİSİNE SAYGISI
Kent de öyle! Fransız Devrimi'nin yaşandığı sokaklarda bugün de dolaşmak kabil. Sokak adları bile değişmedi. Bırakalım ihtilal-i kebiri bir yana. Kraliçe Margot filmini bilenler bilir. Binlerce kişinin Protestan diye bir gecede katledildiği St. Bartholomew yortusunu anlatır. Çok güzel anlatır.
O sokaklar da, o binalar da yerlerinde duruyor. 19. yüzyılda Atget, Paris'in fotoğraflarını çekti. Aynı kareler daha birkaç sene evvel yeniden görüntülendi ve iki resim yan yana aynı kitapta yayımlandı. Oysa bizde konar kalkar bir millet oluşumuzun sembolü olarak sokak adları ha bire değişir. Zaten sokağın girişinde ve çıkışında da ad yoktur. Bırakalım sokağı, hangi kentte oturduğumuzu biliyor muyuz, şüpheliyim. Bu hazin karşılaştırmada iki şehir arasındaki mimari malzeme farkı da rol oynar.
Bizim yarına kalmayacak odun mimarimize karşılık taş mimarisi o kentleri dipdiri taşıdı dünden bugüne.
Bu defa yeniden baktım.
Çok seviyoruz o şehri, çok güzel buluyoruz. Ama gerçekten güzel mi?
Çok zor güzel demek. Boz renkli bir taştan yapılmış binalar, neredeyse bir örnek. Sokaklar boyunca merkezi Paris'te hep aynı tarz binalar yan yana sıralanıyor. Üstlerinde arduaz çatılar. Beaubourg kültür merkezinin yürüyen merdiveninden yukarıya çıkarken Paris gözünüzün önünde kat kat açılır. Bakın bakalım o sapsarı, gıpgri renkteki şehir güzel mi? Hiç alakası yok. Ama o kent intizamı, şu yukarıda saydığım özellikleri ve 'kentliliğiyle' insanları büyülüyor. Buna kentin kendisine saygısı desem daha iyi olacak.
Bir de tabii, kent yaşamı.
Bu başlı başına bir mesele. Bu tür değerlendirmelerde daima kendini gösteren abartma, genelleme gibi tehlikeleri göze alarak söyleyeyim:
Paris'te Parisli gibi yaşamayan biri yok. Paris'in de banliyöleri var ve son derecede ilginçler. Paris'in dışına doğru yayılan mahalleleri vardır, onlar da merkezdedir ama, Louvre Sarayı'nın bulunduğu 1. Mahalle'yle alakası yoktur oraların. Biri Hint, biri Çin, biri Arap, biri Afrika yerleşim bölgesidir. O bölgelerde hayat alabildiğine farklıdır. Fakat merkeze gelen orada kentin alışkanlıklarına, geleneğine riayet eder. Onun da nasıl olduğu bellidir. Eğitim o terbiyeyi verir. Hem kentte olup hem kentli gibi yaşamamak pek öyle aklın alacağı bir şey değildir. Hele yol soracağınız birine merhaba demeden, hele yolu sorduğunuz birine teşekkür etmeden hareket edin de görelim. Bununda öyle Fransızlıkla, Cezayirlilikle, Pencaplılıkla alakası yoktur.
Bir de ne var Paris'te, yeme içme, yaşama. Bu işi bilene 'bon vivant', (yaşamasını bilen) diyor Fransızlar.
Bunu da geleneğin bir parçası olarak görmek gerek. Yüzyıllarda oluşmuş bir mutfak. Fakat ondan öncesi 'pazar'. Paris'te her sokakta neredeyse pazar kurulur. Oralarda sergilenen ürünleri teker teker saymanın alemi yok, yerin altında ve üstünde, suyun içinde, göğün yüzünde yaşayan, toprakta, ağaçta biten her şeyin yenebildiğini görmek, bunca ayrıntıyla bu insanların uğraştığına tanıklık etmek başlı başına bir deneyim. Burjuvazinin ekonomik zekasının bir sonucu bu.
Fransızlar bilmem kaç yüz çeşit olduğunu söyleyip peynirleriyle övünür. Bütün ülkenin her karış toprağında ayrı bir şarap türü vardır.
İşin şaşırtıcı yanı bu bolluk değil, ülkenin her köşesinde her şeyin bulunabilmesidir. 'Merkantilizm' bunu sağladı. Bizdeyse öteki mahallede oluşanı bu mahallede bulmak olanaksız. Artun Ünsal o kadar uğraştı, peyniri, simidi, zeytinyağını yazdı. Kaçta kaçını İstanbul'da bulabiliyoruz?
Gene de değişiyor bir şeyler Paris'te. Bir kere müthiş bir turizm saldırısı altındalar. Bazı bölgeler yaşanacak gibi değil. Yolda bir kadın bana 'Bu mahalleden misiniz' dedi, 'Yok değilim,' dedim. Zaten artık Paris'te gerçek 'Pariziyen' bulmak olanaksız'. Kadıncağız alındı. Klasik Fransız itirazcılığıyla, 'Sadece merkezde böyle bayım,' dedi. 'Şimdi turistler merkezden çok diğer mahallelere gidiyor, asıl Paris oralarda,' diye yüklenince ben, bu defa dudaklarının arasından klasik bir 'püfff' sesi çıkarıp, yürüdü. Gerçek tam da şu söylediğim gibi.
Ayrıca onların da alışkanlıkları değişiyor. Üstünde düşünüyordum ki, uçağa binince elime aldığım Financial Times'ın, hayatın tadı olan, Pazar ekinde Simon Kuper'in yazısında bu konuyu Fransızların değişen şarap içme alışkanlığı irdelediğini gördüm.
PARİS YİYOR İÇİYOR
Açık konuşalım, artık şarap o kadar içilmiyor o ülkede de. Kuper çok güzel anlatmış. 1930'larda bir işçi günde iki - üç şişe şarabı daha çalışırken içiyordu. Herkes güne bir kahve ve sert bir içkiyle başlıyordu.
Çocuklara sulandırılmış şarap veriliyordu. Sonra sanayi geldi, bürokrasi geldi, küreselleşme geldi.
Kimse şarabın rehavetine tahammül etmiyor artık. Alkole bağlı davranış ve genel sağlık sorunları kesin bir bilgiye dönüştü. Sonunda olanlar oldu ve bugün 1940'ların başında tüketilenin dörtte biri kadar şarap içiyor bir insan bir yılda. Eskiden proleteryanın içkisi olan şarap şimdi entelektüellerin içkisine dönüştü. Daha az ama daha iyi şarap içiliyor. Ama o kadar üzülmüyor Fransızlar. Eh, bin çeşit şarap yerine keşfedilecek bu defa bin çeşit suları var! Uzun lafın kısası, Paris yiyor, içiyor, yaşıyor. Krize aldırdıkları yok, kriz de onlara aldırmıyor zaten!