Eğri oturup doğru konuşalım ve itiraf edelim. Türkiye de, İstanbul da öyle estetik yerler değil.Herkes kendisine sorsun: Acaba Paris'e, Viyana'ya, Londra'ya gidip gelen kim, oraların çok güzel şehirler olmadığını söylemiştir, buna cesaret etmiştir? Tersine, gidip gelen herkes gördüğü o kentlerin neredeyse bir müze kadar güzel olduğunu söylemez mi? Daha önce çok yazdım, bir kere daha söylemekte mahsur yok. Mithat Cemal'in tarihe geçmiş bir sözü var: İstanbul için der ki üstat "Bu şehirde tabiatın yaptığı her şey ulvi, insanın yaptığı her şey süflidir". Belki ağır, belki acımasız ama yalan mı? Değil. Değil de neden böyle? Maksadım İstanbul tartışması yapmak, bu kentin nasıl tahrip edildiğini yeniden tartışmak değil. Herkes çok yazdı bu konuda, yazıyor, ben de. Her şeye daha geniş bir açıdan bakıp niçin güçlü bir estetik oluşturmadığımızı sorgulamak gerekiyor.
***
Bir kültür problemi bu; yakın ve uzak kültürel dairelerimizi oluşturan dinamikleri irdelemekle işe başlamak şart. Çok uzun bir tarih boyunca İslam uygarlığının bir parçası olarak yaşadık. Ama o uygarlığın bir sığıntısı değildik. Tersine ona birinci elden ve çok büyük katkılarda bulunuyorduk. Sadece mimarlık alanında değil, bir kültürü meydana getiren bütün maddi ve zihinsel alanlarda bu hakikat geçerliydi. Şiirden musikiye, her alanda büyük bir medeniyetin o alana özgü izleri görülür. Bu durum öncelikle bir zihinsel kabulün ve muhakemenin uzantısıydı. Doğaldır, çünkü önce büyük medeniyet halkası vardır. Ona yerleşik bir dünya görüşü ve kültürel kabul oluşur. Buna ideoloji diyebilirsiniz. Kültürel üretimin maddi yanı bu zincirin son halkasıdır. Tesadüf değildir. Asırların birbirine geçerek ve mayalanarak maddileşmiş halidir kültür. İslam'ın medeniyeti bizim üretimimizi de özgün bir sentez içinde tayin ediyordu. Asırdan asıra değişerek nakledilen devam, ortadaki kültürün estetik dokusunu hazırlamıştı. Sonra ne olduğu malum. Önce Tanzimat'ın, hatta ondan öncesinin ateşlediği kültürel dönüşüm geldi. Küçümsemeyi gerektirecek, bir şey yok. Teknoloji, kültürel oluşumu ateşler. Batı teknoloji olarak kendi dışında kalan dünyaya nüfuz ediyordu, bize de sızdı. Ama Osmanlı'nın dönüşümü, Batılılaşması, toplumsal bir talep olarak başlamadı. Doğrudan bir kültür hareketi olarak doğdu. Üst sınıfların, aristokrasinin, sarayın bünyesinde biçimlendi. Dolayısıyla zannedildiği gibi hemen bir yozlaşmaya tekabül etmez. Hep verdiğim örnektir. İşin Teşvikiye Camii'ne gelmesi hazindir. Bir 'çözülme' vardır ama bu bir inkar değildir. Tersine derlemeci (eklektik) bir mantıkla hareket etmektir.
***
Bu konuyu çok düşündüm ve Teşvikiye Camii'ne çok baktım. Gördüğüm şudur ve bu Nusretiye gibi Osmanlı Barok'u ve Rokokosu'na dahil diğer camiler için de geçerlidir: Osmanlı, aristokratik olan, bugünkü kategorik tabiriyle 'yüksek kültüre' (high culture) ait olan unsurları bir araya getirmiştir. Onca değişik üslubun bir arada bulunması manasızlıktır ama bu, çözülme halindeki tüm uygarlıklarda görülür. Bizans, Roma'nın uzantısıydı, son dönemiydi ve aynı özelliği taşıyordu. Kaldı ki, Osmanlı, bütün bilinenlerin aksine, hele İstanbul fethi dönemlerinde büsbütün, kendisini Roma sayıyordu ve açıkça antik Yunan'la da ittifak içindeydi. Dolayısıyla bu yüksek kültür unsurlarını bir araya getirmekte beis görmüyordu.
***
Onun ardından keskin modernist dönem geldi. Açık biçimde Cumhuriyet o çağın modernist ekollerine yaslanan bir estetik tercihte bulundu. Yaptıkları var, yapamadıkları var. Eğer Le Corbusier gelip İstanbul'u tasarlasaydı, sonuç Prost'un estetiğinden farklı olacaktı. Ama mükemmel mi olacaktı, cevabı meçhul. Jansen Ankara'yı tasarlarken kıyıda kalmış bir şehir plancısı değildi. Bruno Taut'un yerine Gropius, Holzmeister'in yerine Mies van der Rohe gelseydi, sonuç sadece biçimsel farklar gösterecekti. Kaldı ki, o dönemde Alman mimarisi, dünyadaki en ileri noktaydı. Corbusier dışında Bauhaus ekolüyle başa çıkacak dünyada akım yoktu. Heykelci, Canonica olmayabilirdi; "Keşke Brancusi gelseydi," mi diyeceğiz? Mongeri'nin neo-klasik üslubu bugün insanı şaşırtıyor, ama ne yapalım ki, bir geçiş ve kuruluş dönemindeydik. Erken Cumhuriyet'in hamlesi bu bakımdan ilginçtir. Yerleştirememiştir, geliştirememiştir ve ideolojik arka planı farklı noktalara dayanır, ama çağdaş, çağcıl bir estetik hamleyi de barındırır. Sonrası başka bir hikaye. Daha öncekilerin yanlışı yşuydu: Yönetimler toplumu bir estetik kalıba dökmek, onu yeniden biçimlendirmek maksadındaydı. Demokratik değildi atılan adım. Ama demokrasi bu alanlarda biraz da kapitalle/ sermayeyle ilgilidir. Eğer yeterli sermaye birikimi olsaydı, özel girişim kendi mimari dilini kurabilirdi. Bu mümkün değildi. Her şeyi devlet yapıyordu. Özel teşebbüs de devletin yaptığını izliyordu. Arkadan gelen demokratik dönem aslında tam da budur: Herkesin kendi dilediğini inşa etme halidir. 1960'lar, 70'ler, 'Laz müteahhit' dönemidir. Demokratiktir. İlhan Tekeli'nin araştırmalarından biliyoruz, müteahhitlik süreci rant ilişkilerinin bir uzantısıdır. Yakındığımız gecekondudan bozma yapı anlayışı tam da bu kompozisyonun ortasında yer almıyor mu ve onun mücessem hali değil mi? Bu gelişmenin altında çok çeşitli seviyelerde tecessüm eden bir kontrolsüzlük yok mu? Kırsal alanın ve köylülüğün çözülmesi, göç, taşra estetiğinin bir nicelik hakikati olarak hayatımızı damgalaması yoktur bu gelişmenin altında diyecek kimse var mı? Asıl noktaya geleyim: Bir toplumun estetik düzeyi, eğitimiyle ilgilidir. Osmanlı kendine özgü bir mekanizma içinde, Cumhuriyet eğitim sistemine dayanarak estetik eğitimini veriyordu. Bu totaliter rejimlerin 'boş zamanı örgütleme' ve 'hayatın estetizasyonu' olgularından farklıdır. Estetik, folklordan ve antropolojik olgulardan bahsetmiyorsak, bir eğitim meselesidir. Eğitimle kazanılan bir duyudur estetik. Yüksek kültür için bu haydi haydi gereklidir. Lazım olan, eğitimin estetik duyuyu yükseltecek biçimde hazırlanmasıdır. Peki, Türk eğitim sisteminde böyle bir çaba var mı? Sanattan sosyal bilimlere kadar onca alan böyle bir maksatla örgütleniyor denebilir mi? O zaman sonuç budur. Bu gidişle, ölümümüz estetiksizlikten olacak!