Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Doğru tiyatroyu yanlış yerde aramaya çalışmak

"Tiyatroya kimin hükmedeceğini konuşuyoruz. Kurumun başına atama yöntemi yanlışken neden kimse tümüyle özerk, bağımsız, katılımcı, paydaşların temsiline dayalı bir model önermiyor?"

Nihayet bu da oldu: Hiç beklemezdik ama Türkiye tiyatroyla yatıp kalkmaya başladı.
Aslında tiyatro değil tabii mesele, kestirmeden söylemek gerekirse, tiyatronun siyasallaştırılması diyelim bugünkü tartışmanın konusuna. Gerçi benim gibi kültürü, yapısı, doğası, dokusu gereği siyasal olarak düşünen birisi için tiyatro haydi haydi siyasaldır. İşin teorisi de bunu böyle söyler. Tiyatro dediğimiz varlığın, olgunun ortaya çıkmasıyla siyasetin oluşumu arasında bin tane bağ mevcuttur.
Sahne düzeninin değişimiyle toplumsal yapının değişimi arasındaki ilişkiyi, antik Yunan'daki sahneyle Shakespeare oyunlarının oynandığı Globe tiyatrosunun sahnesi arasındaki farkı başka türlü açıklamanın olanağı yok.
Ne yalan söyleyeyim, edebiyat camiasında ben biraz da tiyatroya karşı oluşumla bilinirim.
Fakat bu yanlış bir algıdır. Ters düştüğüm tiyatronun belli bir türüdür. Hâlâ 1930'lardaki Carl Ebert tiyatrosu anlayışıyla oyunların sahnelenmesidir, oynanmasıdır muarız olduğum.
Günümüz dünyasında bu sınırların büsbütün ortadan kalktığını, performansın, mekana müdahalenin, mekan yerleştirmelerinin, yeni görsel olanakların çağdaş tiyatroyu bambaşka bir noktaya taşıması gerektiğini varsayar, o eski anlayışa karşı çıkarım. Son dönem tiyatrosunun örneklerini de kaçırmam. Eğer avangart, eğer deneyselse oyun görmeyi bir görev bilirim.
Böyle bir tartışma değil yaşadığımız işte.
Biz, tiyatronun sahibini, toplum parasıyla kurulmuş sahnelere kimin hükmedeceğini konuşuyoruz ve bu bana anlamsız geliyor. Nedeni şu: Biliyorum, bana yöntem ve anlayış olarak şiddetle karşı çıkanlar var. Gene de günümüz dünyasında kamunun bütçesiyle tiyatro kurmak, işletmek, yönetmek benimseyemeyeceğim bir politika. Sadece bugün değil, dün de böyle düşünüyordum. Öyküsünü anlatayım.

BAL TUTAN PARMAĞINI YALAR
1991-96 yılları arasında SHP yönetiminde bulunan Kültür Bakanlığı'nda danışmanlık yaptım. O göreve başlamadan önce de başladıktan sonra da bir fikrim hiç değişmedi.
Kültürel üretimin her türlü doğrudan devlet ve siyaset baskısından uzak kalması gerektiğine inanıyordum. Göreve başladıktan kısa bir süre sonra Bakan Fikri Sağlar için bir konuşma yazdım. Bu, Sağlar'ın ilk politika deklarasyonu olacaktı. Geldik, İstanbul'da, Tüses'te konuştu ve "Bizim kültür politikamız devletin bir kültür politikası olmayacağını söyleyen politikadır," dedi. Kıyamet koptu. Bir grup bize saldırdı. "Hayır," dediler, "Devlet kültür politikasından vazgeçemez." İçlerinde yakın dostlarım da vardı.
Biz inandığımız doğrultuda çalışmayı sürdürdük. Devlet kültürel alanı desteklemesin dememiştik ki. Söylediğimiz, 'devlet tiyatrosu'nun, 'devlet operası'nın yanlışlığıydı.
Eğer öyle bir yapı hakimse sisteme, bugün iktidarda ben varsam ben, yarın bir başkası oradaki kültürel üretime müdahale edecektir. Bu kaçınılmazdır, bal tutan parmağını yalayacaktır.
İşi orada bırakmadık. Farklı modeller üstünde çalıştık. Sonunda bir ulusal kültür ve sanat konseyi üstünde anlaşıldı. Anlaşanlar Kültür Bakanlığı'yla her biri ayrı bir kültürel üretim alanını temsil eden sivil toplum kuruluşlarıydı.
Ressam, Prof. Hüsamettin Koçan bu konuda çok çaba harcadı. Toplanıldı, önce Halki Palas'ta çalışıldı. Sonra iki gün süren bir sempozyum yapıldı ve sonunda protokol imzalandı. Buna göre devlet/bakanlık kendisine aktarılan bütçeyi bu kurula aktaracak, o da birimler arasında pay edecekti. Kurul o alan temsilcileri ve ilgililerden oluşacaktı. Yönetim böylece sivilleşecekti.
Devlet müdahale etmeyecek, kültürel üretim özerkleşecekti.

ESKİ MODELDE KONAKLAMAK
Nesi yanlıştı bu modelin anlayamadım ama uygulanmadı. 1995 seçimleri sonrasında Türkiye bildik çalkantılara sürüklendi. Kültür Bakanlığı sağ partilerin denetimine geçti. Bu bakanlığı MHP sahiplendi. Bakan olan zat ilk imzasını beni görevden almak için attı, ikinci imza da muhtemelen bu modelin rafa kaldırılması içindi.
Nedeni basit: Söz konusu uygulamayı 'sol' ve/ya 'solculuk' olarak görüyordu. Sağ model bu tür sivilleşmelere ve özerkliklere kapalıydı. Oysa bu liberal bir yöntemdi. Özal dönemi bu liberalizm rüzgarını estirmiş biz de onu bu alanda temellendirmek istemiştik. Hatta ben, Kültür Bakanlığı'nın tümden ortadan kaldırılmasını savunanlardandım. Bugün de şu çerçeveyi tatbik etmek şartıyla bu fikrimde direnirim.
Şehir Tiyatroları konusu apaçık ki, hâlâ bu tartışmadır, aynı konudur. Bana garip gelen, önerilen ve çok açık söyleyeyim, yanlış olduğuna inandığım modeli eleştirenlerin, ona karşı çıkanların da hedefi büyütüp şu belirttiğim noktaya gelememesidir. Tamam, bugün kurumun başına atanan kişi ve atama yöntemi yanlış olabilir, ama doğrusu ne olacak? Tümüyle özerk, bağımsız, katılımcı, paydaşların temsiline dayalı bir model niçin önerilmiyor? Şehir Tiyatroları'nı yöneten kişi 'üçlü kararnameyle' atanmıyor mu? Niçin yanlış bulunmuyor bu? Her alanda sivilleşme, yerinden yönetim aranırken Şehir Tiyatroları'nı sanatçılar yönetsin iddiası, içinde doğru barındırsa da, bana göre bir başka yanlışı savunmaktır, hiç değilse eski bir modelde konaklamaktır. Oysa yapılması gereken basittir: Tümüyle bağımsız bir model kurmak için çalışmak. Sanatçı tiyatroyu asıl o zaman yönetebilir. Sanattan yaratıcılık beklerken yönetim modellerinin de yaratıcı ve yenilikçi olmasını beklemek çok mu yanlış?

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA