Atatürk konusunda insanlar genellikle sadece kendi iddialarını ispatlamak için okuyor ya da dinliyor. Aksini yapmanın kendilerini haksız çıkaracağını, değersizleştireceğini düşünüyor
Tarihci Erich Zürcher, Boğaziçi Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşmada Atatürk ve dönemi hakkında üç argüman tanımlayarak bunları eleştireceğini söyler. Bu üç argüman bir köşe yazısında Zürcher'in Atatürk hakkındaki görüşleri olarak yayımlanır.
Büyük tarihçimiz Mete Tunçay, artık yazmıyor, eskiden yazdığı bilgece denemelerinden birinde, insan kitaplarda hep bildiğini okur demişti. Bu çok önemli bir saptama. Ben de yıllar yılı hocalık hayatımda olsun, gündelik hayatta olsun insanların hep yeni bir şey okurken onu eski bildiklerini, kendi inandığını doğrulamak maksadıyla okuduğunu gördüm. Bırakın sokaktaki insanı bir tarafa akademik araştırma yapanların bile böyle hareket ettiğine hayretler içinde şahit oldum.
***
İnsanın bildiğinden vazgeçmesi, yanlışını kabul etmesi zordur. Bunun başlıca nedeni
haklı çıkma isteği, arzusu, hatta tutkusudur.
Geçenlerde bu konuda çok ciddi bir araştırma yayımlandı.
Kathryn Schulz'un
Being Wrong isimli kitabında insanın neden kendi zararına bile olsa haklı çıkmak istediği inceleniyor.
Hekim olan bir kuzenimle bunu konuşurken, hastalarında, tam da söylediğim gibi, dramatik sonuçlar içerse bile, bu tavrın nasıl yaygın olduğunu çok üzülerek müşahede ettiğini söyledi. Sebebi üstünde düşünmek için benden kitabı istedi.
İnsan garip bir yaratık.
Savunma içgüdüsü salt kuvvete, fiziğe, biyolojiye dayalı olarak gelişmiyor. Toplumsal bir varlık olduğundan, içgüdüsünü zihinsel, entelektüel, toplumsal ve ahlaki planlarda örgütlüyor, güçlendiriyor.
Toplum da, doğurduğu andan itibaren ona haklı olmak konusunda bir telkinde bulunuyor. Haklı olmak yanlış yapmamak demek. Yanlış yapmak ayıplanan bir şey. Yanlışını kabullenmek bir zayıflık göstergesi olduğu gibi bir alay mevzuu.
Varın çıkın artık işin içinden.
Biz
mahcup, sıkılgan ve suskun bir toplumuz. Öğrencilerimin 'acaba basit bir şey mi sormuş olurum' korkusuyla herkesin kafasında olan, son derecede önemli soruları nasıl dersten sonra yanıma sokulup açtıklarını defalarca gördüm. Benden ders almanın ilk şartı odur:
Çıkıp sorusunu açıkta sormak. Tek bir öğrencime bile dersten sonra, özel bir problem değilse, koridorda cevap vermedim. İkinci derste ben zorlar, 'Senin bir sorun vardı,' derim de ancak öylece çocuk kınından çıkar.
***
Son zamanlarda bu konuyu çok dikkatle fakat çok farklı bir alanda izliyorum:
Atatürk tartışmaları.
Bunun 'netameli' bir tartışma olduğunu biliyorum. Bilmez miyim, 1990'lardan bu yana başıma neler geldi. Ama ne yapalım ki, Türkiye şimdi harıl harıl bu konuyu irdeliyor. Ama nasıl bir irdeleme bu; gerçekçi, çözümlemeci, rasyonel mi yoksa herkesin kendi bildiğine dönük '
ezber tazelediği' bir anlayışa mı yaslanıyor?
Hiç kuşku yok ki, Türkiye büyük bir değişimden geçiyor. Çeşitli nedenlere bağlı olarak böyle bir noktaya geldi. Geçmişinde biriktirdiği, tartışmaktan çekindiği, ele almaktan kaçındığı konuları şimdi teker teker masanın üstüne koyuyor. Onların arasında
Tek Parti, onların arasında
Atatürk dönemi, onların arasında Atatürk'ün kendisi de var. Bir taraf sürekli olarak ortaya bazı belgeler iterek, bazı yorumlar çıkararak yeni bir şeyler söylemeye çalışıyor. Yöntemsel olarak her söylediklerini doğru bulmak olanaksız. Ama farklı bir bakış açısının olduğu muhakkak.
Buna karşılık diğer taraf bunlara hiç kulak vermiyor. Konunun farklı bir açıdan ele alınmasına tepeden tırnağa karşı, kapalı, uzak.
Bazen dinleyecek gibi oluyor söylenenleri, bakıyorum, onları sırf kendi iddiasını nerede doğrularlar mantığıyla ele alıyor. Nedeni çok basit: Onları kabul ederlerse yanlış yapmış olacaklar, haksız duruma düşecekler, kendi gözlerinde kendi önemleri, değerleri azalacak...
***
Bunun son bir örneği
Boğaziçi Üniversitesi'nde düzenlenen bir sempozyumda gerçekleşti. Bir gazetecinin köşe yazısında, 'yakın dönem Türkiye tarihi üstüne çalışan
Erich Zürcher, Kemalist dönem ve Atatürk üstüne bunları söyledi,' diye bir şeyler okuyunca işin içinde bir bit yeniği olduğunu anladım. Benim bildiğim, makalelerini, kitaplarını, okuduğum, üstüne yazılar yazdığım, kendi çalışmalarımda kullandığım Zürcher'in 'söyledikleri' üç madde halinde özetleniyordu bu yazıda ve hiç de benim aklımın yatmayacağı bir anlayış, yaklaşım, değerlendirme içindeydi. Nihayet söylediklerini biraz daha ayrıntılı olarak okuma imkanı bulunca gördüm ki, Zürcher, o üç maddenin her birini eleştireceği üç argüman olarak tespit ediyor, ardından da o kabulleri irdeliyor. Fakat bizim köşe yazarımız zaten kendi görüşünde olanlar tarafından ortaya atılmış o argümanları bu defa 'Zürcher
de' öyle söyledi diye aktarıyor okuruna.
Vah ki vah!
Neden böyle? İşte nedenlerin önemli bir bölümünü yukarıda sıraladım.
Ama aklımda döndürdüğüm bir neden daha var. Onu da belirtmeden geçemeyeceğim.
Konu şu hata ve kabullenmekle ilgili. Kendimizi gözden geçirmekte çekingeniz dedim.
Öyle. Rasyonel ve modern diye başladığımız eğitim sistemi bize bu imkanı sağlamadı. Oysa Batı kültürlerinde
yanlış ve özeleştiri bir kurumdur.
Protestan ahlakı yalanı en önemli kusur sayar. Yalan söyleyenin kendi mikro kozmosunda da toplumda da yaşama şansı neredeyse yoktur. Katoliklik günah çıkarma kurumuyla insana kabahatini itiraf etme alışkanlığını getirir. Bu büyük bir sistemdir.
Amerikan eğitimi ve toplumsal yapısı ise zaten '
sizin' bildiğinizi, kimseden korkmadan, çekinmeden açıklama üstüne kurulmuştur.
Ah, kendimizi bu kadar önemsememeyi, kendimizden bir parça vazgeçmeyi öğrensek, ah bir parça ben hata yapmışım veya yanlış düşünüyormuşum diyebilsek....