Amerika'ya ilk gittiğimde üniversitelerin civarında hangi bara, lokantaya, 'diner'a gitsem, garson olarak çalışan birbirinden güzel, nazik, ilgili, dikkatli genç kızlar görüyordum ve aynı kişilere daha sonra üniversite kampusunda rastlıyordum. Nihayet birisiyle al takke ver külah olunca sordum, öğrendim. Meğer Amerika'da garsonlara, istisnalar dışında, firmalar aylık, maaş ödemezmiş. Bazı yerlerde hesaba eklenen yüzde 12-15 arası bir parayla geçinirlermiş. Maksat şu: Firmalar diyor ki, "Ben şu altyapıya şu kadar para yatırdım. Müşteri tuttum. Sen de gel bu imkânlardan yararlan, emeğini koy ortaya, ama kazancını kendin sağla. Benim sana katkım bu imkânları kullandırtmak olsun. Kendi paranı kendin kazan. Çok çalış çok kazan. Ama kötü iş yaparsan o dakika kendini kapının önünde bulursun." Çok hoşuma gitmişti. Bugün de öyledir. Gencecik, çok iyi eğitimli, güzel insanlar harıl harıl çalışır, müşteriyi memnun etmek için yarışır. Amerika, Protestan'dır. Bu dünyada har vurup harman savurmazlar. Bizi hayretten hayrete düşürecek biçimde, kimse cimri değildir ama paralarının kıymetini bilirler. Meteliğe düğüm atarlar. O nedenle harcadıklarının karşılığını dirhem dirhem almak isterler. Beğenmediğiniz yemek anında geri alınır, ayakkabı değiştirilir, hata kabul edilir. Herkes sizin harcadığınız paranın alın teriyle kazanıldığını bilir.
VAKİT NAKİTTİR
Kapitalizmin ruhu "Paranın sermayesi zamandır," der. Para kazanmak için zaman verir, bir iş yaparsınız. O harcadığınız zaman sizin ömrünüzdür. Maşallah, bizde ömürler hiç tükenmeyecek sanılır. Oysa zaman sınırlı bir kaynaktır ve etkili, verimli olduğu süre kısıtlıdır. Hani şu 'vakit nakittir' sözü bizde de geçerlidir ama herkesin bir kulağından girip ötekinden çıkar. Oysa kapitalizm, hele Amerikan türü, evvela buradan başlar işe. O nedenle de para harcarken ömrünü harcadığını bilir ve karşılığını ister, alır. Bunun sonucu profesyonelleşmektir. Nereye giderseniz gidin karşınızdaki insan işinin ehlidir. Yalap şap, yalan dolan iş yapan insan bulamazsınız. Kapitalizmin belkemiği olan rekabet aksi takdirde sizi ikiye böler. Müşteriniz kaçar. Zaten gene Amerikan ticaret kültüründe yukarıya doğru çıkan tek şey teknoloji ve müşteri sayısıdır, satış hacmidir. Onun dışında daima, bin türlü oyunu da işin içine katarak, firmalar fiyatlar bakımından aşağı inen bir seyir izler. Aynı alanda her firma bir yenilik bulma, sattığı malı daha cazip hale getirme, daha fazla müşteri tutma peşindedir. Amiyane tabiriyle 'palavra' yoktur. Ne var ki, işin öbür tarafı da önemlidir. İnsanlar ve firmalar bunları yaparken emeklerinin karşılığını alır. Çok küçük bir marjda pazarlık olabilir ama bu satıcının emek-değer ilişkisinin dışına çıkmasına olanak vermez. Hatırlıyorum, eski bir kitabı New York'ta ciltletmek istemiştim. Aradım taradım bir ciltçi buldum. Götürdüm. Dünya güzeli bir kadın kitabı aldı, beni oturttu, elime bir kahve verdi, yarım saat sonra geldi ve kitapla ilgili neler yapılması gerektiğini teker teker anlattı. Kitap asitli eski tür kâğıda basılıydı. Önce o dönüştürülecek, asitten arındırılacaktı, sayfalarda yenikler vardı, onarılacaktı, şudur budur, o kitap yapısına uygun cilt şu olacaktı. Sırt yazısı falan... İstediği para 100 küsur dolardı. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Ayrıca cildi bana iki ay sonra verecekti. Aldım kitabı çıktım. O kadar önemli bir şey değildi. İstanbul'a gelince bildiğim bir ciltçiye götürdüm. Geri aldığımda kitabın sayfaları doğranmış, okunmaz hale gelmişti. Kitap bitmişti. 25 TL ödemiş, ama bir kitaptan olmuştum. Bu örnek yeterince açıklayıcı değil mi?
KILIK KIYAFET HAK GETİRE
Bir örnek daha vereyim. Babamdan bana çok değerli bir dolmakalem kaldı. Çok iyi bir marka, fakat küçük bir sorunu vardı. Dünyaca ünlü bu markanın İstanbul'daki şubesine sordum, "Tabii," dediler, "getirin yapalım." Götürdüm. Bana hizmet eden şahıs, kaleme ömründe ilk defa görmüşçesine hayret ve dehşet içinde bakıyordu. Sanki ilk defa görüyordu. Kılık kıyafet, tuvalet hak getire. Bir de bütün Türklerin yaptığı gibi, bilmediği, anlamadığı bir şey olduğu için, kalemi 'acı kuvvetiyle' bir ucundan çekiştirmeye başlayınca elinden alıp, "Siz mi tamir edeceksiniz?" diye sordum. "Yok," dedi "ben yetkili servise göndereceğim." "Peki ne yapıyorsunuz böyle?" dedim. "Şöyle bir bakayım dedim," diye cevap verdi. Bu marka, bu şahsı hiç mi eğitmez? Aynı şeyi taksilerde yaşamıyor musunuz? Gideceğiniz yeri söylediğinizde adresi bilen kaç taksiye bindiniz? (Bu konu haftaya irdelenecek, o nedenle kesiyorum.) Ya garsonlar? Çok lüks bir lokantaya davet edildim. Listeden bir yemek seçtik. Karşımıza gelen şey bize anlatılandan çok farklıydı. Fırın demişlerdi, yemek buğulama çıkmıştı. Eh, doğru, buğulamayı da fırında pişirmişlerdi. Bunu söyledik, cevap çok güzeldi, geceyi kurtardı. "Biz," dedi garson bey "bunu Yunanlardan öğrendik, onlar rakı filan da koyuyorlar içine, Ramazan diye biz katmadık, belki ondan sevmemişsinizdir." "Açık çay ver," diyorsun. Gelen katran siyahı çayı gösterince, "Efendim," diyor, nazik adam, "etraf loş, ondan öyle koyu görünüyor." Yaaa... Ama bir de 'bahşiş' sorunu var. Bahşiş de bir hakkın karşılığı olarak görülmüyor. İster hizmet edilmiş olsun ister edilmemiş veriyorsunuz. Oysa Amerika'da mekanizmanın ne olduğunu anlattım. Bir ahbabım "Hak edilmeden verdiğim bahşişleri toplasaydım İstanbul'da daire alırdım," der, durur.
YATIRIM YERİNE ÜRETİM
Nedir bunca derdin sebebi? Bir, eğitim. Akıl almaz ölçekteki göçün sunduğu ucuz emek iştahları kabartıyor. Firmalar, nasılsa kazandıkları, nasılsa rekabetle bir şey kaybetmedikleri için, o ucuz emekle geçiştiriyorlar her şeyi? Neden? Amerika örneğini verdim. Neden aynı yöntemle üniversite öğrencileri işletmelerde çalıştırılmaz? İkincisi, profesyonellik. Türkiye'nin sermayesi kıttı. Yatırım değil, üretim yaptı. Oysa eğitim ve insan yetiştirme, çok uzun erimli yatırımdır. Şimdi şimdi başlıyor mu o işe ülkemiz, bilmem. Eğitimsiz insanla da ancak bu kadar oluyor. Üç, kapitalizmin içinde yaşıyoruz ama onun gerektirdiği profesyonelleşme, harcama, tasarruf kültürünü henüz edinemedik. Hâlâ feodal kültürün ama onun da dejenere olmuş bir yapısının içinde kuruyoruz bu ilişkileri. Dört, emek planlaması ve şu değindiğim profesyonellik olmadığı için ara eleman yetiştirmiyoruz. İnsanlar yaptığı işe öylesine giriyor. Kimse yaptığı işten memnun değil. Herkes işini kerhen yapıyor. Gelip geçicidir diye bakıyor. Sonuncusu ise galiba en 'afili'si: sınıfsız bir toplum olduğumuzdan garsonluk, tamircilik, şoförlük gibi işler küçük görülüyor. Hiç eğitimi olmayan, şehre dün gelmiş kişi de bambaşka işler yapmak, 'doktor, mühendis, avukat' olmak istiyor. Hiç değilse 'devlet dayresinde meemur'. Yani neresinden baksanız bu iş bir sosyoloji... Biraz biraz değişmiyor değil bu tablo. Çokuluslu büyük firmaların verdiği eğitimler falan ortaya İngilizceden tercüme bir dille konuşan, ne yaptığını henüz özümsememiş olsa da, işini iyi kötü bilen, gayret sahibi bir genç kuşak çıkarıyor. İletişim, bilgisayar, banka (o haydi haydi) sektörleri böyle. Daha da gelişecek. Ama 'hizmet sektörü'nün insanları derseniz... Şimdilik idare edin, 'yetişmiş eleman aranıyor'...