Son
iki yıldır yazları aklıma hayalime gelmeyecek, rüyada görsem inanmayacağım tatsız şeyler başıma geldiğinden ve onların peşinde koşuşturmakla ayları tükettiğimden yaz denilen mevsimin ne kadar zor, ne bitmez tükenmez, ne yıldırıcı bir mevsim olduğunu ancak bu yıl, daha 'olağan' günler geçirmeye başladığımda anladım. Herkes içinden geçtiğimiz yazın şu çıldırtıcı ağustos günlerini tanımlamak için Edip Cansever'in meşhur kitabının adına başvuruyor ve insanlar birbirine durumu anlatmak için
Kirli Ağustos diyor. Nem ve sıcak bir araya gelince sadece ağustos değil tüm aylar kirleniyor.
TURİZM: DOĞAL OLMAYAN AFET
Bu kirden arınmanın bir yolu tatile çıkmak. Tezgâhı kapatmak, bir sahil kasabasında kafa dinlemek (yoksa dinlendirmek mi?) neredeyse herkesin aklına gelen ilk çare. Ben de denizi severim. Hem de çok. Onunla kurduğum derin bir yakınlık vardır. Açık denizin, koyu lacivert suların, yüksek yarların altında çalkalanan dalgaların, sahile set set inen yamaçların ve çamların başka bir lezzeti olduğu aşikâr. Ama ben uzakta duran, her an ışıkla başka bir görüntü kazanan denizleri de severim. İstanbul, bilhassa Boğaz, deniz göllerinden müteşekkildir. Açık denize ancak birkaç yerden yaklaşabilir insan. Dolmabahçe'nin kıyılarını bu nedenle apayrı bir İstanbul olarak bellemişimdir. Bir de sahil yolundan havaalanına giderken uzanan deniz, üstündeki şileplerle bambaşkadır. Fakat bunların hiçbiri yaz denizleri değildir. Onu insan Ege'ye, Akdeniz'e açıldığında yaşıyor. Arşipel insana bambaşka bir boyut ekliyor. Hele onu kendi antikitesiyle birlikte düşünmenin ve izlemenin tadını hiçbir şeye değişmem. Benim yazdan anladığım gerçi başka bir denizle içli dışlı olmaktır, denize girdiğimde saatlerce yüzmeyi hiçbir şeye değişmem ama gene de boş, sapsarı tarlalar, yıkık ören yerleri, üstlerine gerilmiş kristal mavisi gökyüzü, köy yolları asıl aradıklarımdır. Yıllar yılı Fransa ve İtalya'nın kırsal alanında bunun için dolanmışımdır. Fakat şimdi yazlar çok sıcak, çok nemli ve ne yazık ki, bir başka 'doğal olmayan afet' saydığım turizm hayatımızı zehir ettiğinden, uçaklar insan, havaalanları uçak almadığından ben gene boşalmış kentleri, sıcak gecelerini, çöp bidonları ve kedilere terk edilmiş sokaklarını arşınlamayı tercih ediyorum. Buna karşılık geçen hafta çok yakın bir dostumun davetini kabul edip, herhalde İstanbul yazından çok bunaldığımdan, şaşacak şey ama, bugüne kadar hiç görmediğim Çeşme'ye gittim birkaç günlüğüne. Karşılaştığım konukseverlik, yakınlık, anlatılır gibi değildi. Dostum bir de beni, göreyim diye Çeşme'nin farklı mahallerinde dolaştırdı. Yıllar sonra (kim bilir, belki 30 yıldan sonra) nefis kum denizlerine girmek, ayağımın altında kumların yumuşak dokunuşlarını hissetmek olağan dışıydı. Denizin rengi, gene hayatımda ilk kez üstüne çıktığım teknenin altında açılırken, gökyüzü bütün mavisiyle üstümde genişlerken kendimi bambaşka bir evrende duyumsadım. Doğa benliğime sızıyordu, bir eski zaman iksiri gibi.
KONFOR, LÜKS VE ÖZENTİLİK
Bütün bunlarla büyülenmek iyi hoş da, şu plaj denilen 'hakikatle', şu yaz turizminin diğer belalarıyla nasıl uğraşacağız sorusu dinmeyen bir uğultu halinde zihnimde gezindi, durdu. Türkiye'de yaz mekânlarına giden insanların iki büyük derdi var. Birincisi, insanlar konfordan lüksü, lüksten özentiliği anlıyor. Konfor uygarlığın, hatta insanın kendisine saygısının bir ifadesidir. Her paranın alabileceği belirli bir konfor vardır. Rahatlık, insanın herhangi bir paranın mümkün kıldığı derecede layıkıyla yaşama isteği bir haktır. Ama biz bunu bir yana bırakıp, konforu, kendimize ait olmayan bir hayatı, bir kimliği, bir aidiyeti benimsemek, bana kalırsa kendi kendimize yabancılaşmanın bir yolu, diye alıyoruz. Kendimizden kaçmanın bir başka adı diyelim. O zaman ortaya ne idüğü belirsiz garip, çarpık, yamuk, yoz bir 'plaj kültürü' çıkıyor. Galiba 'kültürsüzlüğü' demek gerek ama buna hayat tarzı diyenler de var. Haydi paparazzi basınımızın gece gündüz şunun bunun çıplaklığıyla meşgul olmasını bir yana bırakalım. Kendi kendimizle meşgul olmanın bir derecesi bulunmamalı mı? Zaten hak kavramını sınır olarak hiç düşünmemiş bir kültür içinde yaşadığımızdan başkasını rahatsız etmek de 'plaj insanları' için yok mesabesinde bir gerçek. O zaman gelsin... Müzik! Halkımızın, Almanları bile aşacak derecede nasıl bir müzik tutkusuna sahip olduğunu plajlar ve lokantalar bize öğretti, öğretiyor.
TOPUKLULAR, AĞIR MAKYAJLAR...
Anladım, 1990'larda gelişen bir 'trend' bu. O yıllarda insanlar birbirini duymasın, içki içsin diye giderek yükselen 'lounge' müziği icat edildi ama o güzel reklamda dendiği gibi 'sakin sakin doğayı dinleyelim' diyen bir kişinin çıkmaması da hayli şaşırtıcı bir durum. 'Beach' kültürü bu, hani beğenirseniz hesabı. Markaları, topuklu pabuçları, aşırı, ağır makyajları, bütün bedene yayılan takıları bir yana bıraksak bile ikinci büyük bela çocuklar. Zaten bir çocuk sevmez, çocuktan kaçan olarak bu iş beni her daim sıkmıştır ama plajda, deniz kıyısında, 'kamusal alanda' cereyan eden çocuk felaketinden el aman! İnsanlar, bırakın çocuğuna iyi kötü bir hiza istikamet vermeyi, onun en şımarık, küstah, 'manik' haliyle iftihar ediyor. Avaz avaz, çığlık çığlığa bağıran çocuklar zaten burnundan kıl aldırmayan babalarıyla, ağır annelerinin bir kopyası. Ortalığı birbirine katan çocuk değil, siz ondan korkup, çekiniyorsunuz. Üçüncüsü fiyatlar. Şu yukarıda değindiğim hak kavramı hiçe sayıldığından, insanlar hesaba bakmadan kredi kartlarını ortaya attığından, New York'ta Mandarin Oriental veya Paris'te Crillon oteli fiyatına su, soda, gazoz içmek, önünüze yemek diye koyulan şeyleri yemek zorundasınız. O paraların çok altına gittiğim dünyanın en iyi lokantalarını anımsıyorum da söyleyecek söz bulamıyorum. Lafı uzattım. Plajda güneş, kum ve deniz değil bu 'plaj halleri' yakıyor adamı...