Geçen hafta 10 Kasım'ı yaşadık. Atatürk 20. yüzyıla damgasını vurmuş liderlerden birisi. Çok güçlü bir kişiliğin, olağan dışı ve üstü bir zekânın biçimlendirdiği, çağının kültürel koşulları içinde hazırlanmış bir kariyerin sonucunda yeni bir ulus yarattı. Öne sürdüğü, kurduğu devlete zemin oluşturmasını istediği düşünceler, dağınık bir biçimde etrafta dolaşıyordu. Onun sentezci zekâsı ve lider kişiliği bunları bir araya getirmeyi, onlardan bir bütün çıkarmayı başardı. Bugün yeteri kadar üzerinde durmadığımız bir nokta, Atatürk'ün devrimci kişiliğiydi. Daha monarşist görüşlerin hâkim olduğu bir ortamda cumhuriyet düşüncesini bir devlet sistemi haline getirmek başlı başına bir olaydır. Bir siyasal pragmatist olarak koşulları izlemiş, zamanlamayı yapmış, yeterince belirgin olmayan bir düşünceyi somutlaştırmayı başarmıştır. Bu siyaset bilimiyle uğraşanların ve siyasal sosyoloji çalışanların 'tarihin devrimci kopuşu' dediği andır. Bugün otoriter modernizm diyerek Atatürk döneminde uygulamaya konmuş yapıyı eleştirebiliriz. Eleştirmeliyiz de. Fakat bu Atatürk'ün kişiliğine hâkim olan ve daha derin irdelemeleri gerektiren devrimcilik düşüncesini geriye itmez. Tam tersine Atatürk ancak bu şekilde kavranabilir.
KENDİNE KAPALI BİR TOPLUM
Oysa Türkiye böyle bir irdelemenin içine girmek istemiyor. Ondan kaçındıkça kaçınıyor. Nedeni basit. Zamanında devrimci bir öze sahip olan kurucu hareket, zamanla bürokratik bir nitelik kazandı. Donuklaştı. Devlet, Atatürkçülük veya Kemalizm adını verdiği, kendi bildiği, istediği şekilde yorumladığı ideolojinin toplumu sarıp sarmalamasını, toplumda tek sesliliğin hâkim olmasını istedi. Kuşaklar boyunca toplum belli ve tek bir görüş etrafında biçimlendirildi. Sistemin doğru saydığı, herkesin tartışmasız benimsemesi gereken 'kurallar' olarak saptandı. Sonunda iş çok farklı bir noktaya geldi. İçine kapalı, dünyadan kopuk, bir babanın çevresinde toplanmış, kendi halinde yaşayan bu 'aile' ansızın değişen dünya koşullarında o güne kadar sürdürdüğü alışkanlıklarını terk etmek zorunda kaldı. Ailenin bazı üyeleri başlarını o kontrollü 'ev'den çıkarmak istedi. Bir ölçüde oldu. Buradaki hadise daha önce 'canavar' diye nitelendirilen, ailenin çocuklarını bir arada tutmak için, 'kötü adam' diye tanıttığı varlıklarla, yani dış dünyayla şimdi içli dışlı olmak zorunluluğuydu. Kolay mı? İletişim kurmayı öğrenmek, konuşmasını bilmek, ortak bir anlayış geliştirmek, görgü kurallarına uygun davranmak şarttı. Kabul edelim ki, bu hiç kimse için, hiçbir zaman kolay değildir. Türkiye de bu güçlüklerle karşı karşıya geldi. Burada meselenin politik yanlarına girmenin, devlet içinde ortaya çıkan zıtlaşmalardan söz etmenin anlamı yok. Daha sosyolojik bir gözle bakalım. Ortaya çıkan durum toplumsal bir travmadır. Bu travma çok farklı boyutlarda da gelişiyor. Mesela, tarihle yüzleşmemiz isteniyor. O güne kadar çok farklı tanıdığımız insanları, olayları şimdi bambaşka bir biçimde algılamamız bekleniyor. Doğrusu ve yanlışıyla bugün karşı karşıya kaldığımız realite bu. Bu durum tek bir gerçekten uzaklaşıp gerçeğin karmaşık olduğuna inanmamızı öğretiyor bize. Oysa daha önce gerçeğin objektif olduğuna iman etmiştik. Kuşkusuz nesnellik diye bir şey var. İnkâr edilemez. Fakat o nesnelliğin 'kurgulanan' bir boyuta sahip olduğunu şimdi yeni yeni fark ediyoruz. İdeoloji dediğimiz olguyu bugüne kadar hep dışlarken, bizatihi fazla ideolojik bir ortamda teneffüs ettiğimizi nihayet algılamaya başladık.
PARODİ TOPLUMUNDA ATATÜRK
Sonuç çok belli. Önce travmadan kurtulmak için kendi gerçeğimize sıkı sıkıya sarılacağız. Kendi değerlerimize bugüne kadar olmadık ölçülerde 'sahip' çıkacağız. Bu, her toplumsal abartma gibi bizi ifade olarak 'kiç'e sürükleyecek.Yani gerçek anlamda estetikten uzak, tamamen tepkisel olarak ortaya koyulmuş ifade biçimleriyle, estetiklerle iç içe geçeceğiz. Sağa sola olmadık biçimlerde Atatürk heykelleri yerleştireceğiz. Onun bütün hayatı boyunca dikkatle koruduğu estetik değerleri hiç sayacağız. Sonra parodiler yapacağız. Kovboy filmlerindeki bir hayalden mürekkep olan şeyi gerçekleştirip, pastanın içinden Atatürk çıkaracağız. Hem de fraklı, silindir şapkalı olarak. Derken mesela yüzlerimize Atatürk maskeleri tutacağız. Maske takmanın kimliği saklamakla, çevreyi korkutmakla eş anlamlar taşıdığını unutacağız. Ardından başlarımıza belli dinsel inanışların sembollerinden olan kırmızı bantlar bağlayacağız. O arada bunu laikliği korumak için/uğruna/adına yapacağız. Kaygıya gerek yok. Zamanla bunlar ortadan kalkacak. Erginleşeceğiz. Kendi gerçeğimizi kendimiz oluşturacağız. O zaman geçmişi, Atatürk'ü çok daha iyi anlayacağız. Kendimizi de. Ve erişkin bir insanın çocukluğuna güldüğü gibi şen bir biçimde bugünlere, şimdi yaptıklarımıza bakacağız.