Türkiye'nin en iyi haber sitesi
FERHAT ÜNLÜ

Beyaz perdenin esmer namlusu / Volume 2

"Yoksul ve tatminsiz ölmüş insanların gübre vazifesi gören bedenleriyle beslenen zengin ve doğurgan Çukurova topraklarında çok kazıp, az bulan altın madencilerinin tutkusuyla pamuk toplardı. Toroslar'dan Doğu Akdeniz'e doğru uzayıp giden düz, zirvesiz topraklara sığmayan çok büyük hayalleri vardı ve o anda yaptığı işle ideallerinin arasındaki diyalektik çelişki, onu bir geç dönem Yılmaz Güney başyapıtına kahraman yapmak için yeter de artardı bile. Adana'da -daha sonra Altın Koza ödüllerini alacağı şehirde- pamuklar içinde büyüyecek, ama demir gibi sert bir adam olarak yaşayacak ve ölecekti."

Yukarıdaki satırlar, 2 Aralık 2010 tarihli 'Beyaz perdenin esmer namlusu' başlıklı yazımdan. Bu köşenin Üç Boyutlu Portre olduğu zamanlardan…

Yılmaz Güney, 9 Eylül 1984 'ölümlü' olduğundan ötürü geçtiğimiz haftanın, sosyal medya diliyle Trending Topic figürlerindendi. Geleneksel sol mahallenin kimi zaman bağnaz bir hayranlıkla andığı Güney'i, şiddet ile yoğrulmuş yaşantısından ötürü eleştirenler de oldu. Eleştiriler haksız değil. Güney'in sanatçılığının hakkını teslim etsek de 47 yıllık ömründe pek çok vukuata karıştığını bilmemiz lazım.

Güney'i eleştirenlerden biri, zamanları uyuşsa misal Sürü'de, Yol'da bir Kurmanc kızı rolünü oynatacağı Farah Zeynep Abdullah idi. Farah Zeynep de kendisine verilen rolü, tıpkı 'Ekşi Elmalar'daki gibi hakkını vererek oynardı. Beyaz perdenin esmer namlusunun da "Eti senin, kemiği benim" mottosuyla kendisine emanet edilmiş kıza; kuvvetle muhtemel asık suratla, hatta kimi zaman azar ile oyunculuğu 'öğretmesi' işten bile değildi. Ama işte bütün bunlar geçtiğimiz yüzyılda olabilirdi, 70'lerde, 80'lerde... Bugün kadınlar çok değişti, artık işler, Yılmaz Güney'in bildiği gibi değil.

HÂKİMİ MAHKEMEDE DEĞİL, GAZİNODA VURDU

Güney'in ailesi, onun için "Sinemamızın en iyi yürüyen erkeği, kadın döven, şiddet türleri açısından zengin ve etkili silah kullanan diyelim" diyen oyuncu Farah Zeynep Abdullah'a dava açacağını duyurdu. Dava haberine sosyal medyada karşılık veren Abdullah, "Ok, hâkimi vurmak yok ama" diye yazdı.

Herhalde hâkimi mahkeme salonunda vurmadığını biliyordur, nüktedanlık etmiş.

İmdi… Yılmaz Güney konusu, benim 35 yıllık 'uzmanlığım' olduğu için en sonda söylenmesi gerekenleri başlarda söyleyeyim: Yılmaz Güney, sert bir adamdı evet. Yalnızca orijinal soyadı, yani Pütün, bir dağ meyvesinin sert çekirdeği anlamına geldiği için değil… Yılmaz Güney'in Adana'nın Karataş ilçesine bağlı Yenice Köyü'nde başlayan (Annemlerin köyü olan Elifoğlu Kilise Köyü'ne 10, bilemediniz 15 kilometre mesafededir) ve Paris'te biten hayatı, kaçınılmaz olarak güç ve sertlikle yoğrulmuş trajik bir hayattı.

Güney; sertliği, hayata karşı mücadelesinde etkili bir savunma aracı olarak görüyordu. Ne var ki, müntehir İtalyan yazar Pavese'nin "Hayatın saldırılarına karşı bir savunmadır edebiyat," sözünde ifadesini bulan her türlü savunma, cılız ve genelde başarısızlığa mahkûm karşı koyuşlardır. Güney de yazdığı öykü ve romanların, yaptığı filmlerin onu hayata karşı yeterince koruyamadığını düşünüyor olmalıydı. Bu yüzden kendini adeta nasırdan bir heykele dönüştürerek sertliğini korumaya çalıştı.

Bu, Güney'i zaman zaman güç duruma da düşüren çocukça, beyhude ve trajik bir çabaydı. Güney'in hikâyesi, birkaç kuşak boyunca, belki iki-üç yüzyılda yapılacak işleri, büyük bir kısmı yoksulluk içinde ya da hapiste geçmiş kısa bir ömre sığdırmış bir adamın trajedisini bünyesinde barındırıyor.

ÇİLECİ SANAT YAPITLARI, İFFETLİ KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ

Güney'in sanatsal trajedisi binlerce yıldır birbirinden ayrılmış yüksek ve düşük kültür alanlarını birleştiren bir 'kültür endüstrisi öznesi' olmasıdır. Theodor Adorno, Kültür Endüstrisi adlı kitabında "Sanat yapıtları çileci ve utanmazdır. Kültür endüstrisi ise pornografik ve iffetli..." der. Pornografik ve iffetli deyince, zihnimde hemen yılanlı işkence sahnesi canlanıyor. Çileci ve utanmaz deyince ise beş çocuğuyla birlikte uyuduğu odada karısıyla yorganın altına girip nefsini köreltmeye çalışan fukara Cabbar'ın çaresiz erotikliği...

Argodaki 'kobra' söyleminde de ifadesini bulan yılanın 'phallus'la özdeşleştirildiği ilk bahsettiğim sahne, entelektüelinden maçosuna herkesin kavrayacağı cinstendi.

Meslektaşlarına göre zaten Güney, yerleşik kalıpları kıran bir sinemacıydı. Senarist, yönetmen ve oyuncuların müdavimi olduğu 'Yeşilçam'ın kozmik odası' Çiçek Bar'ı vaktiyle işleten ve Yılmaz Güney'in dostu, yapımcı Arif Keskiner'e (Bizim de uzaktan akrabamızdır) göre 'Çirkin Kral'ın asıl başarısı sinemadaki jönlerin sultasını yıkmış olmasıydı.

Galiba o meşhur film şeridi klişesi en çok Yılmaz Güney'e yakışır: Pamuk, film bobini, Altın Koza, Altın Palmiye, tabanca ve kitaplarla bezenmiş ömrü, yönetmenliğini yapsa da tam anlamıyla hâkim olamadığı bir filmin şeridi gibi ölürken gözlerinin önünden geçip gitmiş olsa gerek.

Yılmaz Güney'in edebiyatı da tıpkı son dönem sineması gibi 'toplumcu gerçekçi' bir niteliği sahipti. Boynu Bükük Öldüler mesela, esaslı bir romandır. Güney, kendisi gibi Adanalı olan Orhan Kemal adına verilen roman armağanını Boynu Bükük Öldüler ile kazanan ilk yazardı. Edebiyattaki tek ödülü bu. Ama sinemada Cannes dâhil sayısız ödül kazandı. Attığı bir başlıkla 'Çirkin Kral' kavramını literatüre kazandıran yazar Tarık Dursun K. ise aynı ödülü 1984'te

-Yılmaz Güney'in öldüğü yıl- Kurşun Ata Ata Biter adlı romanıyla aldı.

ELİNDE KİTAP, BELİNDE SİLAH

Güney; bu seneki ölüm yıldönümünde Nebahat Çehre ile yaşadığı tutkulu, kavga-gürültü dolu, toksik ilişkisinde şiddet uygulamış olması ile de konuşuldu.

Yılmaz Güney, onu tanıyan eski sol entelektüellerin anlatımlarına göre bir 'yarı-entelektüel' idi. Hatta dostlarına; kitaplığın boş kısımlarını mezro ile ölçüp bir metrelik kitap al diye sipariş verdiğinin baki olduğunu söylüyorlar. Her halükârda elinde kitap, belinde silah taşıyan bir adamdı.

Güney, 13 Eylül 1974'te Endişe adlı filmi çekerken bir gazinoda hâkim Sefa Mutlu'yu yakın mesafeden ateş ederek öldürdü. Cinayetle ilgili yargılama sonucunda 13 Temmuz 1976'da 19 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 9 Ekim 1981 tarihinde izinli olarak çıktığı Isparta Yarı Açık Cezaevi'nden yurt dışına firar etti.

13 yaşında Yılmaz Güney hayranı olmuş, çocukluğunu ve ilk gençliğini Güney'i idol olarak görerek geçirmiş ve sonra sanatçıya belirli bir mesafeden bakmaya başlamış biri olarak Güney'in, ancak derin bir empatiyle anlaşılabileceğini düşünüyorum. Evet, vukuat üreten bir doğası vardı. Tamam, fazla ideolojikti, Lenin'i sever, Stalin'den hazzetmezdi. (Bu nüanslar; daha 18 yaşındayken yazdığı Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri adlı fanzin öyküsünden dolayı yargılandığı davadaki mahkeme savunmasıyla sabit.) Davranış kodları itibarıyla tipik bir Adanalı idi, ama babası bir Siverek Zazası, anası da Muş Vartolu bir Kurmanc olduğu için zamanın Kürt meselesi hakkında sert, muhalif söylemler geliştirmişti. Bugün olsa gene muhalif olurdu, ama bazılarının iddia ettiği gibi PKK'ya falan prim vereceğini zannetmiyorum, onlarla anlaşamazdı, örgütten korkmazdı da…

Öte yandan bugün olsa hâkimi yine vurur muydu, bilinmez. Muhtemelen 'dövmeyi' tercih ederdi. Bizim Adana Yumurtalık'ta 1974'te vurduğu hâkim Sefa Mutlu'nun silahı yoktu. Yani olay, kriminal açıdan "Sözle gelene sözle, yumrukla gelene yumrukla, silahla gelene silahla" prensibine aykırıydı. Dövüş adil değildi, silah çıkmasa adil kalacaktı.

Güney, fazla hızlı yaşantısının bedelini 47 yıllık bir ömürle, bir başka deyişle erken ölümle ödedi. Benim şimdiki yaşımdan 2 yıl az ömre çok şey sığdırmış, hesap edin. Yılmaz Güney'i tartışırken bunu, onunki gibi bir hayatın mecburen trajik olduğunu bilerek yapmak lazım. Güney meselesinin benim açımdan hülasası bu.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA