17. Yüzyıl'ın ikinci yarısında Leibniz'in o iflah olmaz iyimserliğiyle başlayan 'Alman İdealizmi', 19. Yüzyıl'ın ilk yarısında Schopenhauer'le realist bir kötümserliğe uzandı. Bu ikisinden ziyade Kant'ın izinden giden Hegel (Zaten Schopenhauer'den 18 yaş büyüktü ve onu üniversiteye kabul eden kişi olarak ondan etkilenmesi pek mümkün değildi) iyimserlik ile kötümserliği dengelemekle kalmadı, 'Tinin Fenomenolojisi'nde insanlığın ve tarihin; efendi- köle diyalektiğine ihtiyaç duyduğunu söyledi.
Bu diyalektiğin; 'arzu' ile beslenen, dolayısıyla muhtaç tarafı -sanıldığı gibi- köle değil, efendidir. Köle, efendinin vazgeçilmezidir; fakat efendi köle için vazgeçilmez değildir. Böylece Schopenhauer'in insanı kendi ruhunda köleliğe ya da efendiliğe götüren 'wille'si (arzu, isteme) kamusallaşır ve nesnel tarihi oluşturmaya başlar.
Hitler, her şeyden önce Kant'ın, Museviliğin nasyonel ve politik doğasına yönelik eleştirilerini 'kafasına göre' kullanmıştır. Yahudilere karşı daha insafsız olan 'Alman Materyalizmi'nin doruğu, Marks'ın akıl hocası Feuerbach'ın Yahudileri 'ilkel ve bencil' gören fikirleri de Hitler'e ilham vermiştir.
Yukarıda anılan bütün Alman filozoflarından esinlenen, onların fikirlerini kendi ideolojisine uyarlayan Hitler'in asıl hayranlık duyduğu düşünür ise Nietzsche idi. Nietzsche'nin 'üst insan' fikri, üstün Ari ırkı teorilerine geniş bir alan sağlamıştır. Hitler'in, Böyle Buyurdu Zerdüşt'ü Birinci Dünya Savaşı yıllarında orduda onbaşı iken okuduğu ve etkilendiği bilinir. Bu arada Hitler sonrası filozoflardan, Nazi hayranı Heidegger'i de yeri gelmişken bir cümleyle de olsa buraya almak lazım.
SAVAŞI BAŞLATAN, SAVAŞI BİTİREN ALMAN
İkinci Dünya Savaşı'nı başlatan, nasıl ki onbaşılıktan mareşalliğe yükselmiş Yahudi düşmanı bir Alman olduysa, savaşı bitiren de Alman Yahudisi Oppenheimer'ın ürettiği atom bombası oldu.
Nolan'ın filmi vesilesiyle şu sıralar adı sık duyulan Oppenheimer, 22 Nisan 1904 tarihinde New York'ta Prusya'dan göçmüş Yahudi ailenin çocuğu olarak doğdu. 1925 yılında Harvard Üniversitesi'nden kimya alanında lisans derecesi, 1927 senesinde de Almanya'daki Göttingen Üniversitesi'nden fizik alanında doktora derecesi aldı.
Oppenheimer, 1942'de nükleer geliştirme projesi Manhattan'da çalışmak üzere işe alındı. Ama ondan bir yıl önce, yani 1941'de (Burayı atlarsak eksik olur) Amerikan Federal Soruşturma Bürosu FBI, Oppenheimer hakkında bir dosya hazırladı. Dosyaya bakılırsa Oppenheimer, Aralık 1940'ta Komünist Partili siyasetçi William Schneiderman'la görüştüğü için mimlenmişti.
Bunu gerekçe gösteren FBI, Oppenheimer'ı ulusal acil durum halinde tutuklanmak üzere gözaltı endeksine dâhil etti.
FBI'IN KÖTÜ POLİS OYUNU
FBI, Manhattan projesinin hemen arifesinde bunu neden yapıyordu sizce? Elbette Oppenheimer'ı köşeye sıkıştırarak işe almak için… Zira gizli servislerin çoğu, özellikle savaş dönemlerinde böyle çalışır. Tehdit ve şantajla işe alım, istihbaratta 'vakayı adiyedendir'.
Tamam; dönem McCarthy dönemi, FBI'ın başında da yeri geldikçe sözünü ettiğim uzatmalı FBI Patronu Edgar Hoover var. Ama Oppenheimer; bu incelemeyle ABD derin devletinin iyi polis, kötü polis oyununa kurban gitmiş oluyordu.
Sonuç olarak Oppenheimer, 1943'te New Mexico'daki Los Alamos Laboratuvarı'nın direktörlüğüne atandı ve ilk nükleer silahları geliştirmekle görevlendirildi.
16 Temmuz 1945'te Trinity'de kendi üretimi ilk atom bombasının denemesinde hazır bulundu. Ve 6-9 Ağustos 1945'te bu silahlar Hiroşima ve Nagazaki'nin bombalanmasında kullanıldı. Bu yazının diliyle söylersek Leibniz'in, metafiziğin atomları olarak gördüğü monadlar, 20. Yüzyıl'ın ilk yarısının sonlarında Oppenheimer'da fiziki bir atom bombasına dönüştü. Bu tarihsel tezahür, Leibniz'in kötülük problemiyle ilgili tezviratını da geçersizleştirir. Demek ki bu dünya, Leibniz'in söylediği gibi mümkün olan dünyaların en iyisi falan değildir, kötülükler de en iyinin yaşaması için göz yumulacak ölçüde küçük değildir.
'SİYASİ SERMAYESİ DEMOGOJİ'
Kötülük demişken… Hitler'e gelirsek… Doğduğu ülkenin başkenti Viyana'ya yirmili yaşlarında ressam olma hayaliyle gelen Hitler'in 12 tablodan oluşan portfolyosunu inceleyen sanat akademisi üyeleri, aldıkları kararla yalnızca Almanya'nın değil, tüm dünyanın kaderini değiştireceklerini bilmiyorlardı elbette.
Hitler, Orhan Pamuk gibi ressam olamadığı için romancı olanlar sınıfına da girmedi. Ressam olamayınca 'führer' oldu ve dünyanın başına büyük dertler açtı.
Başarısız ressam, başarılı hatip ve soykırımcı Adolf Hitler, dünya tarihinde onbaşı olarak girdiği ordudan mareşal olarak çıkan tek askerdir. Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki lakabı 'Bohemyalı Onbaşı' olan Hitler, 2 Ağustos 1934-30 Nisan 1945 arasında Almanya'nın devlet başkanlığını yaptı. Bu dönemde başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı makamlarını birleştirerek 'führer' ünvanını aldı. 1921-1945 yılları arasında Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin önderiydi.
Hitler, Avusturya'nın Almanya sınırına yakın Braunau am Inn kasabasında 20 Nisan 1889 tarihinde doğdu. Hitler'in, annesi Yahudi olduğu yönünde söylentiler bulunan babası Alois Hitler bir gümrük memuruydu. Hitler, Alois'in üçüncü eşinin altıncı çocuğu olarak dünyaya geldi.
Doğduğu kasabada ilk tahsilini, Linz şehrinde ise orta tahsilini yaptı. Babası, oğlunun da kendisi gibi memur olmasını istiyordu. Memur baba 1904'te veremden öldü. Hitler, babasının ölümünden sonra annesine iyice bağlandı. Ne var ki üç yıl sonra anasını da kaybetti. Anasının ölümü onun için tam bir yıkım oldu ve kendisini tamamen 'sözde sanatı'na adadı.
Ancak sanatta başarılı olamadı. Bu başarısızlığından sanat âleminde entelektüel tekeli elinde bulunduran Yahudileri sorumlu tuttu. Bu fikrini şöyle dile getirecektir:
"Ne zaman bir tiyatro gösterisi, bir müzik abartılırsa Yahudi yapımı bir şey olduğunu görüyordum. Bunu abartanlar da Yahudilerdi."
ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, Diplomasi adlı kitabında, "Hitler söz söyleme yeteneği ile yükselmiştir. Demogojik yeteneği Hitler'i Almanya'nın başına getirmiş ve siyasi hayatında en büyük sermayesi olmuştur" diyor.
Hitler, hitabetiyle yükseldikten sonra savaş öncesi altyapının ve teknolojinin temellerini attı. Sonra şimşek hızıyla silahlandı. Ve Polonya'yı işgal ederek başlattığı İkinci Dünya Savaşı'nda Avrupa'nın neredeyse tamamını ve Asya'nın bir kısmını işgal etti. Tıpkı Napolyon gibi Rus ordusuna yenilmese dünyaya hâkim olması işten bile değildi. Rusya'ya yönelmek Hitler'in sonu oldu. Yenildiğini artık anlayınca 30 Nisan 1945'te, karısı Eva Hitler'le birlikte intihar etti. Böylece Almanlar ilk sömürge dalgasından pay alamadıkları için bilinçaltlarından Hitler'i çıkardıkları ve Avrupa'yı istila ettikleri halde son sömürge dalgasından da paylarını alamadılar.
KİNG KONG VE ŞARLO HASTASI
- Hitler gizemciliğe, okültizme meraklıydı. Germen mitolojisindeki Thule Efsanesi'nden etkilenmişti.
- 'Öte dünya' için çalışırken sonra akçeli işlere bulaşan ve tehlikeli bir sınıf haline gelmeye başlayınca da aristokrasi tarafından ortadan kaldırılan Tapınakçılar gibi çalışan Alman Töton Şövalyeleri'nden de etkilenmişti.
- Aryanlığa gönderme olsun diye Hinduizme göre kutsal olan Svastika (Gamalı Haç) sembolünü kullandı.
- Sigaradan nefret ederdi, alkol kullananları hâkir görürdü. Sağlık problemlerinden ötürü vejetaryen diyet uygulardı ve asla et yemezdi. Ama saldırgandı. Bu yönüyle doğadaki etobur, vahşi hayvanlardan ayrışıyor!
- Bir sinema hastasıydı, günler, geceler boyu film izleyebilirdi. Hem King Kong, hem de Charlie Chaplin filmlerinin hayranıydı. Hatta bıyığını hayranı olduğu Yahudi oyuncu Charlie Chaplin'den, namı diğer Şarlo'dan ilhamla keserdi.
NOLAN, ALMANLARIN İZİNDEN GİDİYOR
İmdi… Yavaş yavaş toparlayalım artık: Zaman ile epey iştigal eden bir yönetmen olarak Nolan, Oppenheimer'da rotayı ilk kez 'felsefi zaman'a çevirmiş. Ve en az onun kadar önemlisi, Oppenheimer'ın Freud'a ve psikanalize ilgisini hikâyenin bütününde iyi kullanmış. Yani Nolan, müzikte olduğu gibi felsefede de Almanların izinden gidiyor.
Nihayetinde Oppenheimer, beslendiği kaynaklar benzer olsa da Hitler'den farklı olarak kötülüğünün farkındaydı. Nitekim kendi de bir röportajında Hindu yazıtından çarpıcı bir alıntıyla ifade ediyor bunu:
"Şimdi ben; ölüm oldum, dünyaların yok edicisi..."
Bazen de işte böyle, büyük kötülükler farkına varılarak yapılır. Hele de Oppenheimer gibi Hegel'in tinini ve Hitler'in ruhunu aynı anda taşıyorsanız..