Yalnızlığına alışmışken, tam da yalnızlığını sevmişken, kendini kendine sevgili etmişken, birden dışarıdan çıkageliyor biri.
Büyü müdür, gerçek midir, uzaklarda bir şeye hissettiğin özlemin dinmesi için midir nedir, bilemiyorsun, çözemiyorsun.
Zaten çok da soru sormuyorsun ve bir bakmışsın ona "Sevgili" diyorsun, hatta "Sevgilim"...
Az şey mi "sevgilim"?
Sıradan bir şey mi?
Belki günümüzün tez canlı çocukları için bir süs, bir dekor, bir durum değerlendirmesi, arkadaşlara hava kıvamına çekilmiş olabilir ama benim buralarda "sevgilim" demek hiç de az buz bir durum değil.
Alıyorsun içine, koyuyorsun kafanı onun göğsüne, uyuyorsun kolunu bacağını dolayıp her yerine...
Bütün önceliklerin kayıyor bir kenara. 'Aşk kayması' da diyebiliriz hazretlerine.
Bir bakmışsın o 'sevgili' işini, arkadaşlarını, dostlarını, zevklerini, rutinlerini, uykularını sollayıvermiş işte.
Üstelik izin kâğıdı almadan, bir müsaade bile istemeden hayatından.
Ama olsun, sen bu durumu seviyorsun değil mi?
Tek kişilik düzenden çift kişilik düzene geçiyorsun. Bir diş fırçası daha koyuyorsun banyona, bir bornoz daha. Onun eşofmanı, onun tişörtü, onun telefon şarjı katılıyor evine. Diyelim senin asla almadığın o vişne suyu konuyor buzdolabına, o içiyor ya... Onun defteri-onun kalemi, onun arkadaşları, onun sevdiği restoranlar, onun izlediği filmlerle dolup taşıyor dört bir yanın.
Tamam! Düzenin bozuluyor, yayın akışın değişiyor ama çıt çıkarmıyorsun.
Neden?
Amaaan yazdık ya az önce; nedenini sormuyorsun! Şimdi mutlusun ya, değer mi değmez mi klişelerine takılmıyorsun. Sana uymayan çok şeyi var onun. Alışkanlıklarınızın çarpışmasını görmezden gelmeyi tercih ediyorsun. Başkalarının hayret dolu bakışlarını görmezden geliyorsun. Sevgili onların kapısına gelse nasıl da coşarlardı biliyorsun. Eh! Urfa'da Oxford olsaydı onlar da giderlerdi biliyorsun.
Sen hiçbir şey sormuyorsun sadece yaşamak istiyorsun. Bozulmasın istiyorsun.
Bak inanmazsın ama yüksek beklentilerin de yok senin. "Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar" şarkısını bütün kızlara söyletip, kına yaktırma derdin de yok.
Kendini aşıp, mecburiyetleri aşıp sevmek ve sevilmek istiyorsun.
Evet! Sen sevilmek de istiyorsun, bunu biliyorsun. "Ama o zaman adı aşk olmaz ki" itirazlarını boş ver, herkes gibi sen de sevgine karşılık bekliyorsun. En azından kendini kandırmıyorsun. Varsın adı aşk olmasın...
Alıyorsun içine, koyuyorsun kafanı onun göğsüne, uyuyorsun kolunu bacağını dolayıp her yerine.
Bir gece, iki gece, üç gece, beş gece...
Her gece daha da bağlanıyorsun... bedeninle, teninle, kalbinle... her sabah daha çok seviyorsun, sanki her sabah daha fazla birleşiyorsun sevgilinle.
Sonra bir bakıyorsun, o alıştığın yalnızlık kocaman sinsi bir korkuya dönüşmüş. Ya bir daha gelirse... ya hep gelecekse... yokluğa yeniden nasıl alışabilirsin ki?
"Sevgilim" demek az şey mi? Sevgili olmak az şey mi?
Kendine yalan söylüyor olsan da, o doğru kişi olmasa da, o 'sevgililik' yapmasa da, "Dur, yapma" diyen arkadaşların haklı çıksa da, ayrılık zamanı geldiğinde elinde çok haklı nedenlerin olsa da biliyorsun ki az şey değil.
"Sevgilim" demişsin bir kere, gerisi hikâye...
Onların lafına gelsen de, hata etmiş olsan da yara sendedir artık. Kendin için iyi etsen de yara ta içindedir artık.
Hayat, kalbine bir yarayı daha gururla sunar.
Bir sevgili gider sonra yenisi gelir de o yaralar kapanmaz işte.
Oracıkta, kalbinin tam üstünde durup selam çakarlar sana yerli yersiz.
Ve sen mırıldanmaya devam edersin "Oysa sevgili bir tek sevgili nasıl değiştirir dünyanın gerçeğini" diyen o şarkıyı yerli yersiz.