Türkiye neredeyse 40 yılı aşan bir süredir terörü bir siyaset aracı olarak kullanan PKK'yla mücadele ediyor. İşin trilyonlara varan maddi boyutu bir yana, binlerce insanımız şehit oldu. Ülke enerjisini temel sorunları çözmek yerine terörü önlemeye harcadı. 90'larda "Terör neden bitmiyor?" diye sorulduğunda fiili mücadele yürüten askerler şu minvalde bir cevap verirdi:
"Biz üzerimize düşeni yaptık, sorunu çözmeyen siviller."
Güçlü bir askeri vesayetin olduğu o günlerde basit bir adım atıldığında, "Bu konu kırmızı çizgimiz" diye ilk karşı çıkan da yine askerlerdi. Kimse de itiraz edemezdi. Bu kısırdöngüyü 2 binlerin ikinci yarısından sonra Başkan Erdoğan değiştirdi. Yola "Kürt sorunu benim sorunumdur" diyerek çıktı ve tarihi adımlar attı.
Bu adımlar karşılığında sadece tepki almadı, tuzaklar da kuruldu. Bizzat çözümün muhatapları bile o tuzakların içindeydi. Bütün bunlara rağmen dönemin Başbakanı Erdoğan çözüm iradesinde ısrar etti:
"Biz çözüm için her yola başvururuz. Baldıran zehrini içmekse, biz o baldıran zehrini içeriz, yeter ki bu ülkeye huzur gelsin."
Yine olmadı. Bu kez devreye çok daha açık biçimde ABD'sinden Rusya'sına, AB'sinden İran'ına, küresel ve bölgesel güçler girdi. Suriye üzerinden yeni bir kuşatma başlatıldı.
İçerideki ayakları da boş durmadı, başta FETÖ ve Kürtler adına siyaset yapan BDP olmak üzere çözüm karşıtı bütün güçler harekete geçti ve bu ülkeye ağır bedel ödettiler.
'KOLEKTİF İNSANLIK SUÇU'
İşte tam 9 yıl önce bugünlerde "Kobani efsanesi"yle 50'yi aşkın vatandaşımız katledilirken terör daha da azgınlaştı.
Sevgili dostum yazar Orhan Miroğlu, o karanlık günleri şu satırlarla hatırlatıyor:
"9 yıl önce Türkiye, 6-8 Ekim'de bir isyan provasına tanık oldu. Yasin Börü ve arkadaşları zılgıtlar eşliğinde linç edildi. Sivil insanlar katledildi. Bu kalkışma, insanlığa karşı işlenmiş kolektif bir suçtur. Hesabı sorulmadan ve yüzleşilmeden bugünü anlamak dahi mümkün değildir."
Anlamak bir yana hâlâ Demirtaş'a özgürlük isteyenler var. Oysa bugün Suriye'den Ankara'ya uzanan bombalı saldırı o günlerle ilişkili. Bu küresel bir operasyondu. Böylece içeride siyaset yolunun açılmasına engel olan PKK ve uzantıları ile Türkiye'yi Suriye üzerinden terör kıskacına almak isteyen ABD el ele veriyordu. Böylece kendilerine solcu, antiemperyalist diyenler de sırtını ABD'ye dayayarak "Rojava devrimi" yapacaklardı. Ne yaptıkları, nasıl bir aparat oldukları ortada. Öyle bir noktadalar ki Türkiye'ye saldırmadıkları sürece hiçbirinin kıymeti harbiyesi yok. Daha önce de yazdım, ABD kimleri satmadı ki onları da satmasın. Irak Kürtleri, Afganistan ortada.
Peki siyasetin önünün açık olduğu, Diyarbakır Annelerinin isyanının yükseldiği bir coğrafyada, neden hâlâ terör bir siyaset aracı olarak kullanılıyor? Kürtler için mi yoksa ABD'nin bölgedeki hesapları için mi?
Sorunun cevabı; "insanlığa karşı kolektif suç" işleyenler ile mazlum coğrafyaları kan gölüne çevirmek isteyen emperyalistlerin kirli ittifakında saklı. Bu ittifaktan da hak, hukuk, adalet değil terör çıkar.
İşin vahim tarafı ise ana muhalefet partisi CHP'nin bu olaya bakışı. Bölgede çok kritik bir süreç yaşanırken, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu işi "sarayın oyunlarına" indirgiyor, yardımcısı Faik Öztrak ise daha da ucuzlatıyor:
"Sarayın sıkıştığında iki seçim arasında terör kartına nasıl sarıldığı hâlâ milletimizin hafızalarındadır."
Bu durumda, CHP'nin düşürüldüğü bu hale ve neden güven vermediğine şaşmamak gerekiyor.