Başkan Erdoğan bugün Diyarbakır'da... Geçen yıl yeni bir "kavilleşmeden" söz etti, bu yıl büyük ihtimalle toplumun hafızasında derin iz bırakan Diyarbakır Cezaevi'nin kültür ve hafıza merkezi olacağı açıklanacak. Aslında bugüne geliş hiç kolay olmadı. Arkasında ilmik ilmik örülen zorlu bir mücadele tarihi var.
O mücadele tam 17 yıl önce başka bir meydanda başladı. Kürsüde dönemin Başbakan'ı Erdoğan vardı. Uzun ince bir yola çıktığının farkında bir siyasetçi olarak, kimlerin nasıl durdurmak istediğini biliyor ve cumhuriyet tarihinin tuzaklarla dolu en karmaşık meselesini adını koyarak sahipleniyordu:
"Kürt sorunu benim sorunumdur..."
O tarihi konuşmayı, bugünlerde attığı her adımda Erdoğan'ı taklit etmeye çalışan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu iyi okumalı... Ders çıkartır mı bilemem ama en azından şu satırlar ile kendi "helalleşme" yaklaşımı arasındaki farkı görmeli:
"Her ülkede geçmişte hatalar yapılmıştır. O nedenle geçmişte yapılan hataları yok saymak büyük devletlere asla yakışmaz. Büyük devlet, güçlü millet kendisiyle yüzleşerek, hatalarını ve günahlarını masaya yatırarak geleceğe yürüme güvenine sahip millet ve devlettir."
Aslında o günden sonra Türkiye'nin başı beladan kurtulmadı. Açılımları engellemek için "darbe girişimi" dahil her şey yapıldı.
Hâlâ da yapıyorlar. Bunların başında da güya "Artık şiddete karşıyım" diyen ama terörün adını koymayan ve yeri geldiğinde hiç tereddüt etmeden PKK'nın "TSK kimyasal silah kullandı" yalanına sarılan Selahattin Demirtaş ve HDP geliyor.
Tıpkı 2005'te Kürt sorununa sahip çıkan Erdoğan'ı yalnız bıraktıkları gibi, tıpkı daha sonraki yıllarda Erdoğan'ın "Baldıran zehri bile içerim" diyerek başlattığı çözüm süreçlerini sabote ettikleri gibi...
Dünyada böylesine sorun çözmek için kurulduğu propagandası yapılan ama çözüme karşı çıkan bir örgüt ve örgütler örneği olduğunu sanmıyorum...
İçerideki bu engellemeler ve küresel kuşatmalar sürerken Başkan Erdoğan, tam tersi Kürt sorununu "sorun" olmaktan çıkartan tarihi adımları attı, ret-inkâr ve asimilasyon politikalarına son verdi. Buna öyle öfkelendiler ki, "Seni başkan yaptırmayacağız" diye ortak kampanya bile yaptılar ama başaramadılar.
Gerçeği sadece bir zamanlar Kürt siyasetinin simgesel ismi olarak sundukları Leyla Zana gördü ama onu da tehditle susturup köyünde yaşamaya mahkûm ettiler.
Ne acıdır ki onunla uzun yıllar Ahmet Türk gibi siyasi yol arkadaşlığı yapanların hiçbiri de sesini çıkarmadı, korkudan sindi.
Hâlâ da o sinmişlik devam ediyor ki, başlarını kaldırıp ne dünyada ve bölgedeki gelişmeleri görüyorlar ne de Kürt sosyolojisindeki derin değişimi. Diyarbakır annelerinin çığlığı bile vicdanlarını sızlatmadığı gibi, celladına âşık olma misali "kör bıçak" dedikleri 6'lı masaya yamanma hesabı içindeler.
Geçtiğimiz haftanın 4 gününü Diyarbakır'da geçirdim. Sokaktaki insanından kanaat önderine kiminle konuşsak şu gerçeğin altı çizildi:
"Sorun dediğimiz şeylerin yüzde 95'i çözüldü, geriye demokratik hamlelerle atılacak bir iki adım kaldı."
Ne bu tespit, ne PKK'nın terörü bir siyaset aracı olarak kullanması ne de HDP'nin şiddeti motive etmesi bir kısım Kürt aydınının ilgi alanında... Bu da ciddi bir mahalle baskısına yol açmış durumda.
Artık emperyalizme hizmet eden bu yaklaşımlara "Edi Bese" demenin vakti gelmedi mi? Açılım sırası artık Kürt siyasi aktörleri ve kanaat önderlerinde. Onlar ellerini taşın altına koymalı ve çözümü başkasından beklememeli.