Önceki gün cumhuriyetin 98'inci yılını, Başkan Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan'ın katılımıyla Yeni Atatürk Kültür Merkezi'nin açılışıyla kutladık.
AKM'nin yıkılıp yeniden yapılması gerektiğini savunan ve müthiş bir değişim olacağını bekleyen biri olarak, gördüklerim karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim ve o mekânı heyecanla dolaştım. Son teknolojinin kullanıldığı salonları, sergi alanları, atölyeleri, restoran ve kafeleriyle artık muhteşem bir AKM'miz var.
Başkan Erdoğan açılış konuşmasında "Yeni AKM" vurgusu yaparak şöyle diyordu:
"Bu eser eski Türkiye ve yeni Türkiye fotoğrafının en belirgin görüldüğü yerdir."
Gerçekten de öyle olduğu içindir ki Türkiye, AKM meselesini neredeyse tam 15 yıl anlamsız bir biçimde tartışıp durdu.
Eski Türkiye'nin statükocu siyasetçileri ve sanatçıları el ele verip akıl almaz bir "Yıktırmayacağız" kampanyası açtı. Kimileri, "Bedenimizi kalkan edeceğiz" deyip sokaklara düştü. Sokaklara yansıyan gerilimi, televizyon tartışmalarını hatırlıyorum. Neler neler söylenmedi ki...
Açık açık AKM ve Atatürk adı üzerinden siyasi iktidara ve onun arkasındaki sosyal kesime karşı nefret üretildi. Bu nefret sadece bir sosyal kesime güvensizlikle açıklanamazdı. Daha derinlere uzanan bir hesaplaşma vardı ki o zihniyeti de Gezi kalkışmasında gördük:
"Zulüm 1453'te başladı..."
Tam da bu yüzden, Başkan Erdoğan daha o günlerde "Yeni AKM"nin neyi temsil edeceğini şöyle anlatıyordu:
"Milletin değerleriyle, inancıyla, insanımızın tarihi ve kültürüyle kavgalı jakoben zihniyete karşı dikilmiş bir zafer anıtı olacaktır."
Öyle de oldu. Şimdi geriye dönüp bu tartışmaya bakalım. Türkiye ne kazandı, ne kaybetti? O "Yıktırmayacağız" diyenlerin derdi gerçekten sanat ve kültürün mekânı AKM miydi, yoksa kaybettikleri "Batıcı- Tekçi zihniyet" iktidarı mıydı?
O günlerde ortalığı ateşe verenler, bugün ortaya çıkan muhteşem esere bakıp ne diyecekler acaba? Biraz olsun utanıp özür dileyecekler mi?
AKM'nin eski halini üniversite yıllarından beri bilen, yeni halini de gören biri olarak nasıl bir AKM'nin ortaya çıktığını ben değil, dünyaca ünlü şef Gürer Aykal anlatıyor:
"Dünyada bu kadar zenginliği içinde barındıran bir yapıt pek bilmiyorum. Dünyanın her yerini gezmedim ama en azından 40 ülkesinde opera yönettim, salonları biliyorum. Yineleyeceğim, bu salona hayran kaldım ve çok gururluyum bir Türk olarak."
***
KARS ANTLAŞMASI VE KAFKASYA
Türkiye dış politikada içe kapanmak yerine dışa açılıp aktif rol oynamaya başlayınca, Afrika'dan Kafkasya'ya uzanan geniş bir coğrafyada etkili olmaya başladı. Bu açıdan Libya ve Karabağ'da geliştirdiği siyaset bir dönüm noktası oldu. Bu da doğal olarak Türkiye'de sadece askeri alanı değil, diplomasiden akademiye, iş dünyasından sivil topluma birçok alanı harekete geçirdi.
Dün tam da bu fikre uygun bölgesel bir toplantı Ankara'da hayata geçirildi.
TADİV Şuşa Kongre Merkezi'nde, Türkiye-Azerbaycan Dostluk Derneği'nin (TABSED) düzenlediği, moderatörlüğünü de Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu Üyesi Prof. Dr. Aygün Attar'ın yaptığı konferansa, Türkiye'den Doç. Dr. Halil Özşavlı, Azerbaycan'dan Prof. Dr. Musa Kasımlı, Rusya'dan Aleksandr Sotnisenko ve Gürcistan'dan Prof. Dr. Otar Janelidze katıldı. Konferansa Azerbaycan'ın yeni Türkiye Büyükelçisi Reşad Memmedov da katılarak etkili bir konuşma yaptı.
Toplantıda 13 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Kars Antlaşması'na atıf yapılarak şu tespitin altı çizildi:
"Kars Antlaşması, günümüzde Türkiye ile Azerbaycan arasındaki bir millet iki devlet felsefesinin hukuki yönden de temelini atan bir antlaşmaydı. Ayrıca bu antlaşma, Güney Kafkasya'nın jeopolitik dengesinin ve bölge devletlerinin toprak bütünlüğü ile karşılıklı barış içinde yaşama iradesinin hâlâ en önemli güvencesi."