Yakın siyasi tarihimiz partilerin vaatleri açısından hayal kırıklıklarıyla dolu. Neler vaat edilmedi ki. Ve iş 90'larda öyle bir noktaya vardı ki, siyaset arenası "kim ne veriyorsa iki katını veririm" diyen, "iki anahtar vaat eden" siyasetçilerle dolup taştı. Ama ömürleri de uzun sürmedi.
Toplum buldozer gibi 2002'de bütün o eski siyasetçileri ezip geçti. Ve bir daha "uçuk vaatlere" prim vermedi. Çünkü toplum, hafızasında yer edinen bir avuç betonla temeli atılan ve yerinde yeller esen fabrikaları, bitirilmeyen tünelleri ve meraya dönen havaalanlarını hiç unutmadı.
AK Parti'nin kurucu genel başkanı Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın belki de en ayırt edici özelliği bu toplumsal hafızayı hesaba katarak siyaset yapmasıydı. İktidar olduğu 14 yılda tutmayacağı hiçbir vaatte bulunmadı, bulunduğu her vaadi de yerine getirdi.
Dün Başbakan Ahmet Davutoğlu'nu Haliç Kongre Merkezi'nde dinledim. 1 Kasım seçimlerinde halka verdiği sözlerin tek tek hesabını veriyordu. Bakanların tamamı da neredeyse oradaydı. Başbakan, "Söz verdik, yaptık" başlıklı siyasi ve ekonomik vaatlerden oluşan Reform Tanıtım toplantısında şöyle diyordu:
"20 Aralık'ta 3 ve 6 aylık hedeflerimizi açıkça paylaştık. Bugün hamdolsun, gururla ifade ediyorum, 3 aylık vaatlerimizin tümünü gerçekleştirdik. Milletimize verdiğimizi sözleri yerine getirmenin mutluluğu içindeyiz."
Yerine getirilenler arasında asgari ücretten emeklilere, kadınlardan gençlere, burs alan öğrenciden genç yatırımcıya, herkes payına düşeni almıştı. Salonu dikkatle izledim, yerine getirilen her vaat alkışlanıyordu ama hâlâ Alevilere hukuki statü, AB'ye vize serbestliği ve yeni anayasa meselesi gibi siyasi reformlara ilişkin çıkışlar çok daha heyecan yaratıyordu.
Salonu ağırlıkla kadınların doldurması da sürpriz değildi; çünkü kadınlar, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun siyasi dibe vuruşun en sefil örneği olan son açıklamasına karşı öfkeliydiler. Bunu da her fırsatta dile getirip "istifa" diye bağırıyorlardı.
MHP kararıyla siyasete darbenin yolu açılır
Türkiye'de ne yazık ki yargıyla siyaset ilişkisi bir türlü normalleşemedi. Siyaset ne zaman güç kazansa, ya bürokratik silahlı güçler ya da yargı müdahale edip gücünü kırdı. Özellikle yüksek yargı her zaman siyaseti "vesayet" altında tutmanın aracı olarak kullanıldı. Darbe zeminlerinin oluşmasında yargının ciddi katkısı vardı. 28 Şubat bunun top noktasıydı.
Sonra çok daha açık ve hukuk dışı yargı girişimlerine tanık olduk. 367 garabeti ve yüzde 47 oy almış AK Parti için seçimden 6 ay sonra kapatma davası açılması gibi...
Şimdi yargı ve MHP üzerinden siyasete müdahalenin yeni bir örneğini yaşıyoruz. Dün mahkeme MHP'nin "kayyum" yoluyla kongreye gitmesinin önünü açtı. Bu da bir çeşit siyasete darbedir. Siyasetin hata yapmasını eleştirebiliriz ama ortada MHP'ye üye olanların kabul ettiği bir MHP Tüzüğü var.
Mahkeme, MHP tüzüğünü "kayyumla" hayata geçirme kararı veriyor. Doğrusu, partiler kendi iç dinamikleriyle yolunu bulmalı ve siyaset yapanlar da partilerini mahkemelere "düşürecek" yolu açmaktan kaçınmalıydı. Halka ulaşacak siyasetin yolu "kayyum"larla açılmaz.
Çok tartışılacak bir karar bu. Siyaset, mahkeme kararlarıyla değil, sahici liderler ve güçlü fikirlerle yürütülürse karşılık bulur.