Politika faizi, dezenflasyon sürecinde her kilidi açabilecek bir anahtar değil. Haneler ve şirketleri enflasyonun düşeceğine inandırmalıyız. Beklenti yönetimi daha aktif bir iletişim stratejisiyle yürütülmeli
Aylık rakamlar moral bozucu olsa da enseyi karartmamalıyız. Para politikasını tamamen başarısız ilan etmenin de lüzumu yok. Yüzde 75'i gören bir enflasyon trendini tersine çevirmek kolay bir iş değil. Para politikasındaki mevcut duruşu, bir anda ikâme etme gibi bir lüksümüz de yok. Ama mevcut programının ilave araç ve politikalarla desteklenmeye ihtiyacı var. Politika faizi, dezenflasyon sürecinde her kilidi açabilecek bir anahtar değil.
ÜRETİM, REKABET VE İLETİŞİM
Öncelikle haneler ve şirketleri enflasyonun düşeceğine inandırmalıyız. Beklenti yönetimine yönelik daha aktif bir iletişim stratejisi yürütülmeli. Enflasyonun yapısal nedenlerine de inmek gerekiyor. Kalıcı bir çözüm için üretimi ve rekabeti artırıcı politikalara yoğunlaşmalıyız.
Oligopolistik piyasa yapısının hakim olduğu sektörlerde rekabeti canlandırıcı politikalar uygulamalıyız. Tarımda planlama ve teşvik mekanizmalarını köklü bir şekilde gözden geçirerek daha etkili hale getirmeliyiz. Hammadde ve enerji kullanımındaki israfı önleyerek üretim maliyetlerini düşüren teknolojilerin kullanımı için şirketleri bilinçlendirmeli ve teşvik etmeliyiz. Tarım ve sanayide tedarik zincirlerinin gelişimine dönük projelerin kredi pastasından aldığı payı artırmalıyız. Sektör gözetilmeksizin genele verilen kamu teşviklerinin payını azaltırken, proje bazlı ve stratejik yatırımlara verilen teşviklerin payını yüzde 10-12'den yüzde yüzde 30'lara çıkartmalıyız.
Üst-orta ve yüksek gelir grubundakilerin enflasyonu arttırıcı harcama kalemlerini dizginlemeye dönük vergi politikaları uygulamalıyız. Devlet okullarının kalitesini artıracak uzun vadeli programlar geliştirerek özel sektörde oluşan fiyat taşkınlıklarını sönümlendirmeliyiz.
Liste daha da uzatılabilir ve detaylandırılabilir. Sözün özü, vatandaşların ve reel sektörün uygulanabilir bulacağı politika setlerini belirleyerek, bunları sözde kalmayan bir kararlılıkla hayata geçirmeliyiz. Bu yasama ve yürütme dönemi oldukça kritik olacak.
TÜKETİM EKONOMİSİNDEN KANAAT EKONOMİSİNE
UTESAV ve MÜSİAD bu hafta "Tüketim Ekonomisinden Kanaat Ekonomisine" başlıklı bir rapor yayınladı. Editörlüğünü yaptığım bu raporu Mevlüt Tatlıyer, Fatih Aysan, Şerif Dilek ve Fahri Yavuz hocalarımızla birlikte kaleme aldık. Rapor, Türkiye'de kalkınmayı daha katma değerli, istikrarlı ve sürdürülebilir hale getirmek için israftan kaçınmanın ve kaynakları etkin kullanmanın önemine ışık tutmayı amaçlıyor. Raporda ayrıca haneler, şirketler ve kamu kesimine yönelik politikalar ele alınıyor. Bu konu oldukça mühim. Zira aşırı tüketim ve verimsiz kaynak kullanımı sadece finansal krizleri tetiklemekle kalmıyor, aynı zamanda çevre felaketlerine de sebebiyet veriyor. Kanaat ekonomisinden bahsederken her zaman ve her koşulda az ile yetinmek, kemerleri aşırı sıkarak ekonomiyi daraltmak kastedilmiyor. Raporda, tüketimdeki aşırılıklar törpülendiğinde ve kaynaklar etkin kullanıldığında, eğitim ve Ar-Ge gibi ekonomiyi üretken ve katma değerli hale getirecek yatırımlara daha fazla kaynak ayrılabileceği, yoksulluk ve gelir eşitsizliğinin azaltılabileceği ve gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakılabileceği vurgulanıyor. Kanaat ekonomisini reel sektörün rekabet gücünü artırmanın, büyümeyi kapsayıcı hale getirmenin, kamu bütçesini rahatlatmanın ve çevreyi korumanın ortak paydası olarak da değerlendirebiliriz. Rapordaki her detayı ve veriyi bu köşede özetlemek mümkün değil. Ancak, çarpıcı bir grafiği örnek göstererek konuyu özetlemeye çalışayım. Güney Kore ve Türkiye 1960'lı yılların başında gelişmişlik seviyesi açısından oldukça benzer bir noktadalardı. Güney Kore tasarruf, üretim ve ihracata dayalı bir büyüme modelini istikrarlı ve kararlı biçimde uygulayarak yoluna devam etti. Özel tüketim harcamalarının GSYH'deki payı yüzde 80'lerden yüzde 48'e indi. Tasarruf, üretim ve ihracat büyümenin ateşleyici gücü oldular. Türkiye ise tüketimin daha ağır bastığı bir ekonomik yapıya büründü. Sonuç olarak iki ülkenin kalkınma hikâyeleri 1960'lardan sonra gittikçe ayrıştı. Bugün geldiğimiz noktada Güney Kore'de kişi başına düşen GSYH 33 bin dolarken, Türkiye'de 13 bin dolar seviyesinde.