Mustafa Kemal Atatürk döneminde Cumhurbaşkanlığı makamı, tüm yetkilerin toplandığı devletin en önemli mevkiiydi. Bir numaraydı.
Atatürk'ün ardından bu koltuğa oturan "Milli Şef" İsmet İnönü de devam eden tek parti rejiminde aynı yetkileri kullandı.
Ancak, Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı sonrası yenidünya düzenindekendine yer arama çabaları sonucu geçilen çok partili sistem dengeleriepeyce değiştirdi.
Türkiye'nin konumunun Batı'dan yana olduğunu tescilleyen ABD menşeiyle 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından bizim için yeni bir sistem dizayn edildi.
Çünkü çok partili demokrasi de bir yere kadardı!
Halk, sandıktan Batı'nın değil ülkesinin çıkarlarını gözeten yönelimleri seçme eğiliminde olduğunu göstermişti. Ardı ardına, NATO üyesi Türkiye'nin Başbakanı olmasına karşın Sovyet Rusya ile münasebetlergeliştirme "cüreti" gösteren Adnan Menderes'i seçmişti.
Bu düpedüz bağımsızlıktı!
O halde yapılması gereken "hep kendini düşünen" seçmenin temsil edileceği yürütmenin gücünü bölmek, daha doğrusu güdükleştirmekti.
Halkın seçtiği, sınırlı yetkili ama sınırsız sorumlu Başbakanın karşısında, Cumhurbaşkanlığı makamlığı sınırsız yetkili ve sorumsuz olarak konumlandırıldı.
Demokrasiyi, sömürgeciler arasında ganimet paylaşımını daha adilkılmak için kullanan Batı'nın Türkiye gibi ülkelerde rejime biçtikleri yeni giysi buydu.
Böylece sömürgelerine komşu olan stratejik ülkeleri yönetilemezliğe ve ardından durumdan vazife çıkartan ordunun darbelerine mahkûm edebiliyorlardı.
Türkiye yıllarca başbakanlık-cumhurbaşkanlığı arasındaki kavgadan ibaret bu fasit dairenin içinde debelendi durdu. Terör ve ekonomik krizler nedeniyle kafasını içeriye gömüp, dünya rekabetinden geri kaldı. Savunmasını bile en naif ifadeyle "rakiplerine" emanet etti.
Bağımsızlık hak getire!
Türkiye kısa bir süredir müzminleşmiş yönetim krizlerini aşmak için kabul ettiği Cumhurbaşkanlığı modeliyle yönetiliyor.
Eğrisiyle doğrusuyla da bu sayede kendisine gelmeye başladı. Ulusal savunmasını PKK'ya TIR'lar dolusu silah gönderen sözde "müttefikinden" emanet etmemek için alternatif araması bile bu bağımsızlaşma umudunun bir göstergesi değil midir?
Yeni modeldeki Cumhurbaşkanının etkinliği Atatürk dönemiyle kıyaslansa da sorumluluk açısından o süreçle kıyas kabul eder yanı yok.
Zira artık yetki kadar siyasi sorumluluk da taşıyor Türkiye Cumhurbaşkanı. Çünkü ülkede çok partili demokrasi var ve en önemlisi halk tarafından seçiliyor.
İç siyasetteki koltuk mücadelesinde Türkiye'nin rakiplerinden "meşruiyet" medet uman siyasileri gördükçe bunları düşünüyorum. En fazla belediyeyi yöneteceğini unutup mazbata tartışmaları S-400'lere bağlayan, "Amerika dururken..." diye hariçten gazel okuyanlara şahit oldukça da sormadan edemiyorum:
Günü gelince, bugün Erdoğan'ın içte ve dışta dengede götürmek zorunda olduğu Türkiye'nin bağımsızlık mücadelesine bu siyasi aktörler mi aday olacak?
Öyleyse sonuç bugünden belli değil mi?