Dün FOX TV anchormen'i Fatih Portakal'ın, öyküsü bir şehir hastanesinde geçen haberi tartışıldı. İzlemeye vakti olmayanlarınız için, mutlu sonla bitmeyen filmi (VTR) kısaca anlatayım.
Bacağında "ölümcül yumuşak doku zedelenmesi" olduğu söylenen figüranımız, dünyanın en büyüklerinden biri olan Mersin'deki Şehir Hastanesi koridorlarında görünür...
Koltuk altındaki değneklerinin yanında, yürümesine yardımcı olan bir de tam teşekküllü TV muhabiri (Cevat kelle'den bahsetmiyorum) vardır.
Üst ses konuşur:
Acaba ikili, tüm tehlikeleri ve zorlukları atlatıp hastanenin MR çekilen bölümüne ulaşabilecekler midir? Öyle ya Kastamonuluların dediği gibi, her şey mümkündür, "Ayı da çıkabülü, taş da dışa bülü."
Buradan sonrası spoiler vermeye girer ama dayanmayacağım, bu heyecan verici serüvenin sonunu söyleyeceğim.
Hiçbir şey olmaz!
Evet, olmaz. Son sahnede kahramanımız koltuk değneklerini eline alır ve kameraya dönüp şöyle der:
"Hasta değilim. İyileştiği için bacağımdaki alçıyı çıkartmaya geldim sadece. Bu hikâyede ne aradığımı bilmiyorum. Amacım muhabire yardım etmek değildi."
***
Haklısınız... Bu sinopsisten film değil, çıksa çıksa absürt bir
fıkra çıkar. Onu da sonunda dinleyenden bir hakaret işitileceği için kimse anlamaz.
Ama
bu berbat fıkrayı haber diye izlettiler
aptal sandıkları millete... Adıyla müsemma (Fox: tilki) okyanus ötesinin bir kanalında.
Ne adına?
Kendilerine sorarsanız, Fatih Portakal'ın "
kimse yaptırmadı kendimiz yaptık" dedikleri düzmece haber bir gazetecilik faaliyeti. Çünkü onlara göre
gazeteciliğin birincil görevi "
muhaliflik"... Bu yüzden
de
haberin doğruluğundan, mantığından ziyade işleviyle, yani muhalefet
edilene verebileceği zararla ilgileniyorlar.
Oysa
gazetecinin gözünü, yalan haber yapacak kadar döndüren şeyin
ta kendisi ideal olarak sunulan bu muhaliflik
misyonu.
Çünkü gazetecinin yegâne sorumluluğu
muhaliflik değil,
eleştirelliktir. Bu ilke, onu kör taraftarlıktan, hataya düşmekten, yalana sarılmaktan kurtaracak güçlü bir rehberdir.
***
Eleştirellik yerine muhalifliği seçen
gazetecilerin, yalanı otomatikleştiren birer makineye dönüşmesi mesleki bir hastalığın ötesinde bir "insanlık durumu."
Ve bunu en güzel anlatan da bence "insanoğluna sistematik bir baskı uygulayarak onu otomatik işleyen makine haline getirenlere" yalın kalem saldıran Anthony Burges. Yazarın
"Otomatik Portakal"ına bir göz atalım:
"Cockney dilinde (İngiliz argosu) bir deyiş vardır. "
Uqueer as as clockwork orange." Bu deyiş, olabilecek en yüksek derecede
gariplikleri barındıran kişi anlamına gelir. Bu çok sevdiğim lafı, yıllarca bir kitap başlığında kullanmayı düşünmüşümdür.
Bir de tabii
Malezya'da "
canlı" anlamına gelen "orang" sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda, rengi ve hoş bir kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin, tam da benim anlatmak istediğim duruma,
Pavlov kanunlarının uygulanmasına dayalı bir hikâyeye çok iyi oturduğunu düşündüm..." Bir de
yalancı portakal meyvesi var efendim... Özellikle diz kireçlenmesi olanlara tavsiye ediliyor.
Üstelik mevsimindeyiz de