2007 seçimleri öncesi dönemin rektörlerinden Fatih Hilmioğlu'nun sarf ettiği şu sözler, müesses nizamın sandık meşruiyetine yaklaşımının özetiydi: "Ak Parti yüzde 95 oy alsa bile iktidara getirilmez, darbe yapılır!" (YeniŞafak 14. Nisan 2009)
İnsanlığın en az 2000 yıldır meşgul olduğu "muhafızların muhafızlığını kim yapacak" sorunsalı kurumsallaşmış demokrasiler için bile hâlâ dert. Ne var ki Türkiye'de aranan o darbeci karargâha şimdilik ulaşılamıyor. Fakat bu olumlu gelişme, kendilerini iktidarların tasdik makamı sayanların kibrini zerre kadar etkilemiyor.
Çünkü dindar olduğunu gizlemeyen tüm siyasi iktidarlar karşısındaki bu antidemokratik tutumlarını, artık askerin süngüsüne ihtiyaç duymadan da dayatabilecek kadar kanıksadılar. Gezi deneyimiyle, sokaktaki sivil şiddetin orduya göre maliyeti daha düşük, prestiji ise daha yüksek bir güç olduğuna enikonu inandılar.
Üstelik bu faşizan tavır sadece ulusalcı seçkinleri kapsayan bir arıza değil. Kendisine solcuyum diyen ve toplumdaki karşılıkları binde biri bile bulmayan jakobenler de milliyetçi partinin genel başkanı da aynı antidemokratik söylemi kullanıyor. Basın ve sanat camiasının, Mehmet Barlas'ın ifadesiyle, "ileri gidenleri" de... Hatta sakıncalı piyade konumundan, "Savaşımız AKEPE'yle, ordu aradan çekilsin" pozisyonuna pek çabuk terfi ediveren HDP- PKK bile...
Sandıkta halkın çoğunluğunun desteğini sittin sene alamayacağını bilen bu jakoben ittifak, 1 Kasım seçimlerinin vesayet için son çıkış olduğunun farkında olduğundan daha fütursuzlaştı.
Siyaset kanalarının açık olduğu bir ortamda giriştikleri eşitler arası yarıştan rakiplerinin galip çıkması halinde çamura yatacaklarını haykırıyorlar. Gazeteler, televizyonlar, sosyal medya Ak Parti'nin 1 Kasım seçimlerinden hükümeti tek başına kuracak bir sonuçla çıkmasına vadeli tehditlerle dolu.
"Tanımayız, kitleriz!"
"İç savaş çıkar!"
"Kan gövdeyi götürür!"
İşte meselenin çoğu
Kibirlerine ve açgözlülüklerine pabuç bırakmayan Erdoğan'a karşı takındıkları rijit tavrı, "İlk dönem AK Parti bir melekti yavrum" masalıyla açıklayan ikbal pervanelerinin aksine bir demokrat olarak desteğim ülke için şimdi anlamlı olduğunu düşünüyorum. Zira Erdoğan'ın ekseninde olduğu bu hareketi Türkiye'nin demokratik dönüşümünde hayati kılan süreç, asıl bu tarihten sonra, girişte hatırlattığım 2007'lerde başladı.
Zaten Erdoğan'ın ve partisinin, içten ve dıştan bu denli ağır bir saldırıya maruz kalmasının, suikastların artmasının nedeni de tam olarak bu eşik atlamaydı.
Evet, ne bulunduğum yerdeki ölümüne destekçilerindenim ne de karşı cephede TV programlarına "Oyunu HDP'ye ver kurtul" KJ'leri attıran yandaşlardan.
Dün yok sayılan, hakir görülen Kürt siyasetinin ya da sol partilerin politika üretme ve iktidarı alma haklarını savundum. Bugün de aynı desteğin Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, Ak Parti'nin ve onları destekleyen milyonlarca seçmenin asgari haklarının savunulması için sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu yüzden yıllarca çevrede tutulmuş bir kesimin iktidarını belirleme hakkının bu denli terbiyesizce ve kibirle inkâr edilmesi karşısında 1 Kasım'ın ciddi bir sınav olduğu kanaatindeyim.
Sade suya tirit bir toplumsal uzlaşı kaygısıyla "tutmayın küçük enişteler"in postasını yiyecek miyiz? Yoksa, sadece "sana ne" ile izah etsek bile, özgür irademizi bu kof sokak kabadayılığı karşısında dik tutacak mıyız? İşte 1 Kasım'ın bütün meselesi olmasa da büyük kısmının benim için anlamı bu.