1990'lı yıllar, 'Soğuk Savaş'ın bitimiyle birlikte, küresel ekonomi- politiğin kendisini 'tek kutuplu dünya'da bulduğu bir süreçle geçti. Bu dönemde, gelişmekte olan ekonomiler önemli ekonomik darboğazlara karşı mücadele vermek zorunda kaldılar. 1990'lı yılların ilk yarısı ağırlıklı Latin Amerika krizleriyle, ikinci yarısı ise Asya-Pasifik krizleriyle geçti. Bu dönemde, söz konusu coğrafyalarda kendi ekonomik krizleriyle boğuşan ülkeler, Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) önerdiği programlarla krizden kurtulacaklarına, büsbütün sorun girdaplarına sürüklendiler. Türkiye, bu dönemde de 1994 ve 2001 yerel krizlerini yaşamak durumunda kaldı.
Önde gelen gelişmekte olan ülkelerin ortaya koydukları mücadele, yapısal sorunları bertaraf etmek için odaklanılmış olan yapısal reformlar, ülkelerin kaderlerine damgasını vuran liderle 2000'li yıllarda başarı hikayesine dönüştü. Türkiye ve Brezilya bunun en iyi iki örneğini oluşturmakta. G20 Platformu 1990'ların sonlarında gündeme geldiğinde, zihinsel muhakemeleri ve geleceği okuma kapasiteleri hayli sığ olan kimi siyasetçiler, kimi medya temsilcileri, kimi akademisyenler Türkiye, Brezilya, Endonezya gibi ülkelerin bu grupta niye yer aldıklarını sorguladılar, hatta eleştirdiler.
Anlamakta zorlandıkları husus, söz konusu ülkelerin hali hazırda kendi coğrafyalarının güç merkezi, üretim ve ticaretin yoğunlaşma merkezi olmalarının da ötesinde, esasen 2030 ile 2050 arası coğrafyalarının, Atlantik ile Asya-Pasifik arasındaki yoğun rekabetin en vazgeçilmez 'oyun kurucu' ülkeleri olacakları gerçeğinin daha 1990'lı yılların sonlarında belli olduğu gerçeğiydi. Nitekim, daha 2005'e geldiğimizde, 2020'den itibaren küresel ekonomi-politikte giderek hızlanacak bir 'özgül ağırlık' kaybı yaşayacakları kendileri tarafından da dile getirilen G7 ekonomileri yerine, aralarında Türkiye'nin de yer aldığı ve her gün 'özgül ağırlığı' artmakta olan E7 ekonomileri sıkça konuşulur hale gelmişti.
İşte, tam bu noktada, Avrupa Birliği de tüm bu gerçeklerin farkında olarak, kendisine paha biçilmez güç kazandıracağını bildiği Türkiye'yi keyifle 'tam üye' adayı ülke olarak ilan ederken, küresel sistemin karanlık dehlizlerindeki kimi 'güç odakları', Türkiye'nin 'Milli Egemenliği'nden aldığı güçle, kendi coğrafyasında imalat, enerji, savunma, siber, hava ve uzay, haberleşme, ulaştırma, lojistik gibi stratejik sektörlerdeki yerli-milli projelerini, teknoloji üretme kabiliyetini, yerli-milli imkan ve kabiliyet üretme kapasitesi yok etmeye karar verdiler. 2006'dan itibaren Danıştay saldırısı ile başlayıp, AK Parti kapatma davası, cinayetler, Gezi olayları, 17-25, Kobani olayları ile aralıksız tırmandıkları 'istikrarsızlaştırma' ve 'zayıflatma' operasyonlarını, bekledikleri sonucu bir türlü alamadıklarını görerek, tarihimizin en kanlı başarısız darbe girişimine kadar taşıdılar.
251 Şehidimiz ve binlerce Gazimiz 15 Temmuz gecesi, Türkiye'nin siyasi, ekonomik ve toplumsal hayatının 'demokratikleşmesi'nden aldıkları cesaret ve 'özgüven'le, Ülkemizi, Demokrasimizi, şehitlerimizin kanıyla kurulmuş Cumhuriyetimizi ilelebet yaşatacak bir 'Destansı Kahramanlığa' imza attılar. Türkiye'nin 'başarıya odaklı' geleceği, küresel sistemin vazgeçilmez 'oyun kurucu' ülkelerinden birisi olacağı gerçeği, küresel ekonomi-politiğin Atlantik ve Asya-Pasifik arasındaki en 'stratejik' ülkelerinden birisi olacağı gerçeği '15 Temmuz Destanı' ile sökülemeyecek şekilde perçinlendi. Şehitlerimizin bizlere yüklediği 'ağır sorumluluğu' her saniye hissederek, Ülkemizi her daim başarıya ulaştırmak için canla başla çalışacağız.