Bayram konusunda pazartesi günü yayınladığım yazıda bütün düşündüklerimi aktaramamıştım. Başka zaman bahsederim diyordum. Fakat bu yönde talepler gelince devam etmeye karar verdim...
Asıl mesele şu: bayramlarla ilgili ciddi bir sosyolojik araştırmamız yok. Aklımızda bir bayram düşüncesi var. Ben de o düşüncenin iki boyutu olduğu kanısındayım. Birincisini, işte o pazartesi yazısında yazdım. Bu, diyorum, inşa edilmiş bir düşüncedir. Esasen olmayan veya olmuş bitmiş bir bayram anlatısına dayanır: Osmanlı'nın son döneminde gelişen toplum ve kent hayatıyla bütünleşmiş bir anlatıdır bu. Direklerarası ile özdeşleşir. Daha sonraki dönemin kentlileri bu simgeler ve anlatılar etrafında bir 'bayram nostaljisi' kurmuştur. Burada esas olan da Ramazan Bayramı'dır.
***
Bu '
ramazan' sözcüğü ile ikinci olguya geliyorum.
Kırsal alanın bayram '
bilinci' yoktur. Çünkü kırsal alan bayramı '
kendisi olarak' bin yıllık
geleneği içinde (elbette tedrici değişimlerle birlikte) idrak eder, yaşar. Ama geçmiş bayramlar diye bir
nostalji türetmez. Halbuki kentli insan bayramı
yaşamaz fakat
nostaljisini bir '
bilinç durumu' olarak
söyleme dönüştürür. Onu yaşar.
Tam da burada bizim
gelenek-modernlik çatışması bir kere daha devreye giriyor. İki örnek vereyim. Bir, şimdi 'ramazan bayramı' dediğimiz bayramın adı çok yakın zamana kadar 'şeker' bayramı idi. Bu nereden çıktı, nasıl oldu? (Arapçada buna '
ıyd ul fıtr' denir. Buradaki '
fıtr', '
fıtır'la ilgili değildir. '
Fıtr' açma demektir ki, '
iftar' da bu kökten türer. Yani '
açma bayramı'dır adı, bir aylık orucu açma...) şimdi nasıl Ramazan Bayramı'na döndük? Daha
laik (!) bir tutumdan daha
dindar (!) bir tutuma mı geçiyoruz?..
İki, mesela, çocukluğumda, kentliler birbirine bayramlaşmaya gittiğinde '
likör' ikram edilirdi. Bu nereden çıkmıştı, nasıl bir yörünge izleyip Kars'a, Ankara'ya kadar gelmişti? Sabah sabah bayram ziyaretine gelenlere içirilen 'likör'ler. En
dindarların bile herhalde öyledir deyip içtiği likörler. Bu sosyoloji irdelenmeyip ne irdelenecek? (Şimdi de çocukluğumuzda '
cici likörler' (o zaman öyle denirdi) içilirdi diye bir nostalji üretilebilir.)
***
Bayram konusundaki ikinci büyük daireyi
çocukluk ve 'yitik zaman' kavramı oluşturur. '
Yitik zaman' tamamen
modernleşmeyle ilgilidir. Bizzat
zaman modernleşmenin
en önemli öğelerindendir ve bu
nedenle arkasında büyük bir literatür barındırır. Ama
Marcel Proust getirdiği bu '
yitik zaman' saptamasıyla bir çığır açmıştır. Yitik
zaman, bin türlü başka unsurun yanında, bir
çocukluk arayışına dönüşmüştür ki, gene
modernleşmenin bir başka çok önemli öğesi
bu '
yitik çocukluk'tur. Neticede modernleşme
kimseye doğduğu yerde yaşama olanağı
vermiyor, herkesi savuruyor,
doğduğu-doyduğu yer ikilemine itiyor onu. Bir
büyüme, erginleşme göstergesi çocukluğun yitimi. Amerikan romanında '
taşra' meselesi ve
çocukluk/ergenlik konusu bu bakımdan bu derecede hacimlidir.
Bizse
bayramlar üstünden ve onlara yüklediğimiz,
yitik çocukluğumuz etrafına örülmüş
nostaljiyle birlikte sürekli olarak bu '
büyümeme/kopmama' içinde kalıyoruz. Senede en az iki defa '
yitirilmiş çocukluk' gerçeğini anımsıyoruz ve bir türlü o geçmişten kopup,
unutmayla gelen
erginliği yaşayamıyoruz. Hele çocukluğun daima
anne-baba-aile ile birlikte 'gelen' bir kavram olduğunu
düşünürsek...
Bu meyanda, her yıl aşağı yukarı 40 gün arayla tekrarladığımız '
yitik bayramlar / yitik çocukluk' adeta bizim bir türlü aşamadığımız '
çocukluk gökyüzümüz'dür ve bizi neredeyse
Oedipal bir çemberin içinde saklı tutmaktadır. Bu çember '
geleneğin yitimi' ile zaman zaman kesişir. Mesela, lokum, akide şekeri, artık hepten unutulmuş, badem şekeri, evde yapılan baklava bu '
yitik gelenek' anımsatıcılarıdır ve sadece
kent ve modern hayat için geçerlidir.
Bayram konusu bütün bu boyutlarıyla ele alınmalı. Değindiğim
nostalji, anımsama, gelenek gibi konular bakımından bu kadar zengin bir başka kavram bilmiyorum diyecektim ki... Cumayı bekleyiniz. Hayret verecek bir bahse gireceğim (!)
Bir kere daha herkese daima iyi bayramlar...